Şairin tutkusu depreşmiş, duygusu derinleşmiştir yine. Kalbe dokunanı dile getirmek istemiş; hissi tarif, acıyı tavsif ederken maşuku methetmek için koyulmuştur işe. Gönlü dalgalanmış, yüreği paralanmışken kafiye sözlüklerini karıştırır, vezinleri yarıştırır olmuştur. Ne diyeceğini bilirdi elbet şair; ama nasıl desindi, karar veremezdi. Çünkü herkes şairdi ve de âşık… Herkesin bülbül olduğu bu bahçede güle methiye dizmek kimin haddineydi? Çileye düştü, derde giriftar oldu. Yandı yakıldı. Gece ah etti, gündüz feryat…
Kolay değildi hem aşkın çilesini çekmek hem şiirin erbainine girmek. Vurdu kendini mısralara. Yazdı da yazdı, yazdı da yazdı… Müsveddeleri doldu… Tebyize çekmek vakti gelsin diye bekledi, bekledi. Bir iki kelimesi kalmıştı eksik. Ne yazsındı da daha bir “şiir” olsaydı manzumesi…
Bitirdi sonunda. Yorgun gecelerin doğurduğu bu nev-zâd şiiri nihayet meclise çıkacak hâle geldi. Peki ilk kim duymalıydı şiirini? İlk kim nazar etmeliydi ona? Maşukun kulağına gitmeden hangi şair meslektaşının kaleminden tashih olunmalıydı? Düşündü, düşündü…
Heveskâr bir genç gibi aldı şiirini düştü meclisin yoluna. Girdi ki içeriye; her yer şiir, herkes şair… Bir korktu, bir sarsıldı yine. Oysa her şiirde böyle olmuyor muydu zaten? Burası meclis değil adeta şiir mezadıydı. Gözleriyle sevdiği şairleri aradı evvela. Bir köşede mum dibinde oturmuş, musahebe ve muşaare ediyor buldu onları. Yanaştı yanlarına, sessizce başıyla merhaba edip oturdu. Sakiyi aradı gözleri etrafta. Bir dolansa pir dolansa da hararetlerine şerbet sunsaydı saki.
Önce sürahi, sonra saki nazlı nazlı gelip yanaşınca şiirden sarhoş olmuş şairler yarı dalgın yarı baygın hâlleriyle sakiye nergisçe bakarak başlarıyla “doldur” dediler. Ve müdam doldurulurken şiir sohbeti devamdaydı… Şair, sessiz kaldı önce. Sohbeti dinliyor, okunan beyitlerde zihniyle geziniyor ama bir türlü kalbine indiremiyordu mısraları… O imaleleri sayarken kendi kendine, mevkidaş şairler sordular: “Heybende ne var şair?” Biraz mahcup oldu şair, utandı. “Birşeyler karaladım,” deyiverdi. Dost şairler birbirlerine baktılar, “Hâlinden belli zaten…” der gibi başlarını salladılar. “Hadi besmeleyle, hamdeleyle başla bakalım,” dediler.
Şair titreyen elleriyle tomarı belinden çıkardı, açtı ve okumaya başladı:
Mümtâzdur felekde o meh hüsn ü ân ile
Kim gösterür görenler anı hep benân ile
Ol çeşm-i mest gâh çatar kaşların bana
Eyler hücûm gâhîce tîr ü kemân ile
Gördün mi bâğda salınan âfeti gönül
Serv-i hırâm dirler ana ad u san ile
Âmâde iken ülfete ol tâze nahl-i nâz
Ülfet eder mi merd varır da zenân ile…
Sustu dost şairler. Ateş kesildi dimağları, gönüllerinin nutku tutuldu. Öleyazdılar duygu selinde boğulup…
Biri vezinle özdeşleştirdi şiiri: Mef’ûlü fâ’ilâtü mefâ’îlü fâ’ilün.
Bir diğeri mazmunlarında gezindi: “Felek, hüsn, yâr, mest, kemân…” Söz ipine dizilmiş mânâ incilerini düşündüler derin derin: “Felekte hüsn ile gezen yârin çeşmi mest, kaşı kemân, kirpiği tîr olsa da razıyız. Âfete ülfet edelim, nazına katlanırız…”
Şairler susmuştu. Biri tomarı eline alıp manzumeyi gözle takti’ ederken diğeri kafiyeyi, redifi tenkit ediyordu… Şair, mektep talebesi gibi utanıp sıkılıyordu ama şiirin olmazsa olmazı da buydu. Dost şairler olur verirlerse şiiri rüşdünü ispat edip divana lâyık hâle gelmiş olacaktı.
Şair imtihanı geçip geçmediğini bilene kadar sürahiler kaç kere geldi gitti, peymaneler kaç kere döndü, kim bilir?
Zaman durdu, his derinleşti, mânâ söz imbiklerinden geçerek inceldi de inceldi… Şair ürktü de ürktü… Korku ile ümit arasında gidip gidip geldi. Ama korktuğundan emin oldu biraz sonra. Şiiri kabul gördü, nazmı manzume ilan edildi, tebrikler hem dilden hem kalpten yağdı da yağdı.
Sevindi şair, çilesini çektiği şiirin neş’esini yaşamak vardı şimdi. Şiiri dilden dile gidecek bir yâre, bir diyara ulaşacaktı nihayet… Belki meclisten meclise dolanacak ve saray kapısından içeri bile girecekti… Belki tahtın sultanı, şairin bahtının da sultanı olacaktı. Belki huzura çağrılacak, belki hem-demi, hem-sohbeti olacaktı sultanın. Çünkü şairin dimağında kümeleşen kesif duygular şiir ipine dizilmiş takılmıştı kulakların ve dimağların boyunlarına. Şair, şiirinin yerine vardığını hissedince çektiği duygu çilesini unutuvermiş; hicran kaygısı, vuslat arzusu, rakip korkusu silinip gitmişti bile…
Birkaç gün bu zaferle mesrur olup oyalandı. Sonrasında yeni redif, yeni kafiye, yeni vezin, yeni mısra, yeni beyit, yeni gazel, yeni mânâ derdine düşecek; yine sözlüklere, yine divanlara sarılacaktı… Ta ki kendi divanında eksik şiir kalmayıncaya kadar…
Ve şair altı yüz yıl bu ritüeli tekrarlayacaktı…
Vildan S. Coşkun