Günler 2021 Kasım’ının 17’sini işaret ettiğinde seksen sekizlik bir çınar tohuma dönüşüp toprağa düştü. Sonbahar henüz mevziisini terk etmemiş, yapraklar bıkmadan usanmadan dökülme oyununa devam ediyordu. İnsan için tekerrür eden tarihi gerçek, perdeye tekrar çıktı, Şehzadebaşı Camii’nin minarelerinden bir selâ okudu. Esip esmemekte kararsız rüzgâr, trafiğin içinde çığrışan arabalar, belki o saatte dünyaya gözlerini açan minik bebeler kulak kesildiler. Hüzün kelimesi dalga dalga iktidarını ilan etti; sıcak, sessiz, alicenap bir edayla kendini minarenin şerefelerinden aşağı salıverdi.
Nedense böylesi ölümler bende belli belirsiz bir coşkuya sebebiyet veriyor. Çünkü takvimler koca bir ömrün bereketini görmek için gün sayacak, toprağa düşen tohumun kader prizmasında çoğalan ışıklarının yeni insanlara azık olmasını seyredecekti. Diriliş belki de ölümle anlamını bulacaktı. Ya da ölüm, dirilişin yekpare kudretini sınayacaktı. Ve ne olursa olsun toprağın misafirperverliği, tamamlanmış bir hikâyenin daha iyi idrak edilmesinin önündeki pürüzleri ortadan kaldıracaktı.
Sinema serüvenimde Sezai Karakoç’la unutamadığım bazı karşılaşmalar oldu. İlki “Batı Korosu” şiirinin yazılış hikâyesini okuduğumda gerçekleşti. Şiir Karakoç’un dağarcığına Fransızca düşmüş, yazgısına mahkûm el, sinir uçları aracılığıyla kendisine tevdi edilen vazifeyi Fransızca kelimelerle kaleme almıştı. İlham meselesine dair aklıma düşen ilk soru şuydu: Neden bu kelimeler Türkçe dile gelmemişti? Şairin Fransızca dile gelen şiiri Türkçeye çevirirken zorlandığını ifade ettiğini öğrenince cevaba bir adım yaklaştığımı hissettim. Böylece Karagöz ve sinema ilişkisiyle ilgili beyin fırtınalarına tutulurken dikkatimi çeken doğaçlama kavramının tabiatı üzerine tekrar düşünme fırsatı buldum. Karakoç’un tecrübesi, hayalînin kendisine görev bellediği doğaçlama ile benzer bir menzilden yola çıkıyordu. İlham o ânın biricikliğini dondurmak üzere bütün şartların hazır olmaklığına vurgu yapıyordu. Bu sebeple şiirin sadece Türkçe değil, başka herhangi bir dilde de zahire çıkması mümkün değildi. Hızır’la kırk saat buluşmayı göze alan bir şair için belki de anlaşılır bir şeydi bu.
Diğer karşılaşmamız, Karakoç’un gelenek üzerine yazdıkları dolayımındandı. Gelenek, gelgitli bir mesele benim için. Ne zaman önüme çıksa bir yıldız gibi göz kırpıp kaybolduğu izlenimine kapılıyor, acaba takip etmek için beklemeli miyim diye düşünüyor, bazen beklemekten yoruluyor, bazen de çaresiz bir mecburiyet duygusuyla yıldızın tekrar parıldamasını gözlüyordum. Dolayısıyla gelenekle ilgili her söz bir şekilde radarıma giriyordu. Sezai Karakoç, geleneği nasıl bekleyeceğime dair şair üzerinden bir fikir vermişti. Ona göre gelenek, şairi önce şiire götürendi. Yani gelenek şairin ilk dünyasıydı. Alışverişin başladığı ilk yerdi. İkinci aşama şairin gelenekteki diğer şairlerle yarışmasıydı. Çünkü şairin kendini anlaması, gücünü değerlendirmesi ancak bu şekilde mümkündü. Bu dönemde şair gelenekten tabii olarak etkilenebilirdi ama çok hızlı bir şekilde etkinin gölgesinden uzaklaşmalıydı. Gelenekle hesaplaşma devrinin başladığı, sert ve belki kanlı bir kavganın zuhura çıktığı yer burasıydı. Gelenek, yıkmak/reddetmek derecesinde protesto edilebilirdi. Aslında bu süreç şair için bir korkunun itirafıydı. Tam burada şair için üçüncü aşama gelmekteydi: Eser vermek… Şair, geçmişi ve geleneği yıkmakla uğraşmak yerine eser vermeliydi. Eğer verdiği eser ayakta kalabilen cinstense yavaş yavaş rahatlamaya başlayacaktı. Günün sonunda şair, nefesi güçlüyse gelenek denen kataloğun içinde müstakil yerini alacaktı. Çünkü yeni olmak eskinin sırrını bulmaktı. Karakoç’un aktardıklarının en can alıcı kısmı, deliler gibi gelenekle kavgaya tutuşmanın kaçınılmaz girdabından kurtulmanın yegâne yolunun eser vermek olarak işaret edilmesiydi. Şair için aktarılan bu süreç pek tabii bir yönetmene de uyarlanabilir.
Sonraki karşılaşmamızda arada kitaplar yoktu. Kendisini Fatih’in Fındıkzade semtindeki yazıhanesinde ziyarete gitmiştik. Mekân görece kalabalıktı. Sohbet esnasında Karakoç dikkatimi çeken bir soruyla muhatap oldu: “Hz. Peygamber gerçekten okuma yazma bilmiyor muydu?” Şairin cevabını unutmamıştım: Bu kadar büyük bir görevi üstlenen, kendi devrinde ticaretle uğraşan bir Peygamber’in Arap alfabesinden bihaber olması mümkün değildi. Ümmilik, kelimenin kökü dikkate alınarak ilmin anası şeklinde değerlendirilmeliydi.
Sezai Karakoç’la son karşılaşmamız Şehzade Camii avlusundaydı. Kadınlı, erkekli, çocuklu büyük bir kalabalıkla beraber berrak kelimelerle yazılmış bir şiirin toprağa düşmesini seyrettik. Muhtemelen o da bizim seyretmemize şahitlik etmiştir. Evet, toprağın altına giren Sezai Karakoç’un bedeni için hüzünlendik; ama musalla taşından dirilen Sezai Karakoç’un ruhu için umutlu bir coşkuya kapıldık.
Murat Pay