Lois Ferdinand Céline ve Yahya Kemal
Yahya Kemal’in çocukluğunu, gençliğini, siyasi ve edebi hatıralarını anlattığı kitabın 117. sayfasına geldiğimde, ummadığım biriyle ummadığım bir yerde karşılaşmanın telâşını yaşadım. Hayatında hemen hiçbir aşırılık bulunmayan şair, lütûf göstermiş, bedeni ve aklı yabani dikenlerden geçilmeyen benim sevgili Céline’imi de hatıralarının bir yerine sıkıştırmayı ihmâl etmemişti. Bazı insanları bazı insanlarla karşılaştırmak beyhudedir. Yakın tarihlerde yaşamış ve göçmenlik ruhlarına sinmiş olsa da, şu Pakistan büyükelçisi ile şu Ford fabrikası tetkikçisi arasındaki ilişki, birinin öbürünün hatıratında yer almasından ibaretti. Hem başka nasıl olabilirdi ki; Yahya Kemal’in edebiyattan anladığı neyse Céline’in edebiyattan anlamadığı oydu. Şair, kitabın “Hatırat” [1] başlıklı bölümünde Gecenin Sonuna Yolculuk’un yazarından şöyle bahsediyordu: “Dün bir Fransız arkadaşla, son zamanlarda çok itibarda olan ve harıl harıl okunan romancı ve nâsir Céline’den bahsediyorduk. Bu arkadaş: ‘Céline şimdiye kadar görülmüş nâsirlerin en fazla kendinden bahsettirenidir, değeri ne olursa olsun bu cihetiyle kaariin (okuyucunun) başını sıkıyor.’ dedi. Evet Céline berbat bir küûlle (alkol) zilzurna sarhoş olup içini döken bayağı bir sarhoş nasıl konuşursa öyle yazıyor. Ancak patlamış lağıma çok benzeyen bu nâsir, neşrettiği teaffün (pis koku) arasında, kendi aleyhinde söylenecek kadar cür’et ve letâfet gösteriyor.”
Abdülhak Şinasi Hisar ve Vladimir Lenin
Abdülhak Şinasi Hisar’dan bahsederken insan gayriihtiyari kendine çekidüzen verme ihtiyacı hissediyor. Bu ince ruhlu yalı adamını “devrim”, “anarşi” gibi kelimelerle anmak ancak bir kara mizahta mümkün olabilirdi. Hisar, çocukken, cemiyetin karşısına hep örtüleriyle çıkan Şair Nigâr Hanım’ı, odasında, süs masasının karşısında olağan ev içi hâliyle görmüş ve bir komşu çocuğu olarak belleğine nakşettiği o sahneleri bizimle paylaşmayı ihmâl etmemiştir. Ama Abdülhak Şinasi’nin asıl büyük karşılaşması bir paragrafın içine sıkışıp kalmış ve ne hikmetse gözlerden kaçmıştır. Üstat, Geçmiş Zaman Edipleri’nde [2], Paris’te bohem bir hayatın içinde kaybolup giden Halit Raşit’ten ve onun Rus kız arkadaşından bahsederken, bizi Raşit’in çevresiyle de tanıştırmayı uygun görür: “Esvapları siyah ve yüzleri sarı birçok genç sakallı Ruslar, burada matemli edalarla oturmuşlar, belki başlıca gıdalarını teşkil eden çay içiyorlardı. Biraz konuştuk. Bu hava benim ruhumu sıkıyordu. İhtimâl ki bu fakir, sarı ve siyah odanın loşluğunda, mahrumiyetten kısılmış ve bitkin bir sesle konuşan ve birbirine benzeyen (zira bu hayat ve mukadderatın adamları hep birbirini andırırlar) ve adeta birer tarik-i dünyaya dönmüş olarak çay içenlerden biri, sonraları bir kısım beşeriyetin taliini ve bir kısım dünyanın yüzünü değiştirecek olan insanlardan biri idi: Lenin!”
Halide Edip ve James Joyce
Halide Edip’in oturduğu Fethi Paşa korusunun bitişiğindeki köşkün (yakılmış ve yeniden yapılmış olsa da) yanından her geçtiğimde, İstiklâl Harbi onbaşısının serüven ve meşakkatle dolu hayatını hürmetle yad ederim. Halide Edip gibi insanları hayatından pek çok sahneyle birlikte hatırlarız: Babasıyla bir bahçede poz vermiş bir genç kız hâliyle, Beyrut’ta bir masada Cemal Paşa’dan kızların eğitimine destek olmasını rica ederken, Sultanahmet Meydanı’nda konuşurken ya da Paris’te Nurettin Topçu’nun tez savunmasını gözyaşlarıyla izlerken… 24 Temmuz 1949 tarihli Akşam gazetesindeki bir yazısı, yazara ait bu sahnelere hiç ummadığım bir sahne daha ekledi. Halide Edip, “P.E.N Adlı Edebi Kulübe Dair” başlıklı yazısında, P.E.N kulübü tarafından Londra’da tertip edilen bir toplantıya dair izlenimlerini anlatır: “P.E.N. kulübü Londra’da, ara sıra yerli veya ecnebi, eseri dikkati çeken bir meslektaşı, şeref misafiri sıfatile bir akşam ziyafetine davet eder, muharririn şöhret ve kıymetine göre İngiltere’nin en büyük kafa ve kalemlerini bir araya toplayan bu toplantıda bir hayli nutuklar söylenir ve hoş bir akşam geçirilir. Bernstein, James Joyce ve ben aynı gece şeref misafiri olarak davet edilmiştik. (…) James Joyce, kudretli bir şair ve gençliğinde çok dikkate değer yazılar yazmış ateşli (aslen İrlandalı) bir İngiliz muharrirdir. Son yazdığı bin sahifelik bir eser İngiltere’de hiç rağbet görmemiş, hattâ menedilmişti. Bundan sonra J. Joyce Fransa’ya geçmişti. (…) Ben de, o akşam Joyce’la tanışacağım diye kendimi sıkarak eseri okudum. Sıkarak diyorum, çünkü yer yer muharririn şiirde ve lisandaki kudretini gösteren bu hikâyenin büyük bir kısmı hiçbir kıymeti haiz değildir.
Kulübe beraber girdik, tâ kapıda, kulübün umumî kâtibi bizi birbirimize takdim etti. Kesik bıyıklı, gözlüklü çok mahcup tavırlı ve pek sevimli bir insandı. Şeref misafirlerinden on dakikalık bir nutuk istendiği için endişe hattâ korku içindeydi. Katiyen lâkırdı söylemiyeceğini anlattı. (…) Kulübün reisi o yıllarda Nobel mükâfatı sahibi romancı Galesworthy idi, merasime riyaset eden de tiyatro muharriri Drinkwater’dı. Yemeğe başladığımız vakit henüz Bernstein gelmemişti. Biraz sonra Drinkwater ayağa kalktı, Bernstein’in Manş’taki büyük fırtınadan dolayı gelemiyeceğini anlatan uzun bir telgrafını okudu. Kulübün kâtibi ve Galesworthy, Joyce’un ‘teşekkür ederim’ den fazla lâf söyliyemiyeceğinden dolayı, ikisi hesabına da benim konuşmamı rica ettiler. Dizlerim titredi. Çünkü hiç olmazsa yirmi dakika konuşmak icabediyordu, hem de dünyanın en güzide kafaları ve en keskin münekkidleri karşısında… Buna bir de salonun ortasında, elinizi dayayabileceğiniz bir masa olmadan ayakta yapmak mecburiyeti ilâve edilince iş daha müşkül göründü. Böyle zamanlarda yirmi dakikanın ne ifade ettiğini “müneccim ile muvakkıt”e değil ancak söz söyliyen bedbahta sormalıdır…”
Ahmet Haşim ve Jacques Lacan
Ben kendimi denemecilikte Ahmet Haşim’in mirasçılarından sayarım. Her neye dokunsa, onu edebiyatın mahsûlü hâline getirmekte üstüne yoktur. Geçtiğimiz günlerde sevgili Necati Tonga’nın yayına hazırladığı Bize Göre ve Bir Seyahatin Notları’nı [3] Haşim’i yeniden okumak için bir fırsat bildim. Kültürün, letafetin, ironinin ve dilin kıvamını hazla taam ederken birden Lacan’a rastlamayayım mı? 25 yıl önce şiir üzerine yazdığım bazı yazılarda bile onun “bir dil gibi yapılandırılmış olan bilinçdışına” sığınıyor, anlayabildiğim kadarıyla şiire uygulamaya çalışıyordum. Haşim’le Lacan’nın karşılaşması psikoloji filozofunun erken bir yaşına denk gelse de, bu karşılaşma benim gözümde bu objet petit a + Bir Günün Sonunda Arzu’ydu. Şair, “Bir Akşam Sohbeti”ne şöyle giriyor: “Montparnasse’da, küçük Rus lokantası Cigid’de toplandık. Bizi davet eden hanımefendi, onun ahbabı genç bir Avusturyalı kadın, sanat cereyanlarını yakından takip eden iki Fransız genci: Doktor Lacan, Vikont de Santak ve ben. (…) Yemek sırasında Doktor Lacan’a sordum: ‘Edebiyatınız ne halde, son manzarası nasıldır?’ ‘Edebiyatımızın bu günkü timsali bir hatt-ı müstakim değil, bir ağaçtır. Kütüğün mihveri etrafında muhtelif sanat cereyanları, ayrı dallar şeklinde, her istikamete doğru uzanmış, hava ve ziyayı aynı zamanda massedip duruyor. Şahsiyete azami hürriyeti tanıyan bir devre yakışan da bu değil midir?’ ” İkisi arasındaki konuşma kübizimden fütürizme, sembolizmden dadaizme uzayıp gider; ta ki ev sahibi kadın canı sıkılıp esneyinceye kadar.
*
Bütün bu tanışmalar beni hem şaşırttı hem de gülümsetti. Ama asıl şaşırtıcı olan, dört kalemin de, bu isimlerden bahsederken olağan akışın dışına çıkmadan, yaslandıkları edebiyatın büyüklüğünden hiç kuşku duymadan konuşmalarıydı. Evet, bazı seyahatlere çıkmış ve kimi muteber, kimi ilerde muteber hâle gelecek bazı isimlerle karşılaşmışlardı. Bu kadardı!
Ali Ayçil
* Alıntılarda, her bir kaynak metnin yer aldığı baskıdaki imlâya sadık kalınmıştır.
[1] Yahya Kemal, Çocukluğum Gençliğim Siyâsî ve Edebî Hatıralarım, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, 2017, s. 117.
[2] Abdülhak Şinasi Hisar, Geçmiş Zaman Edipleri, İstanbul: YKY, 2013, s. 61-62.
[3] Ahmet Haşim, Bize Göre ve Bir Seyahatin Notları, haz. Necati Tonga, İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları, s. 133.