7 Ekim sonrasında Gazze’ye çöken felâketin “Batı”daki karşılanış biçimleri çoğumuzun kafasını karıştırmış olmalı. Başkentler kitle gösterileriyle inlese de entelektüel dünya, olanlar üzerine söz söyleme bahsinde oldukça sıkıntılı bir sınav veriyor. Üniversite, sanat çevreleri, sivil toplum kuruluşları tehditkâr konuşma yasağı karşısında, istisnalar hariç, oldukça sinmiş bir görüntüye sahip.
Oysa akademide ana damar hâline gelmiş sömürgecilik-ertesi çalışmaların sloganlarından olan Spivak sorusu hâlâ kulaklarda kuvvetle çınlıyor: “Madun konuşabilir mi?” Travma ve Felâket teorisi, hafıza ya da soykırım çalışmaları gibi alanlar sadece akademide değil, kültür piyasasında da ciddi bir ağırlığa sahip. Kaldırdığımız her taşın altından bastırılmış travmaların hikâyeleri, soykırım tanıklıkları, madunları konuşturmayı deneyen (ve değerli bulan) metinler çıkıyor. Batı merkezlerindeki entelektüel âlemin yakın dönem tecrübesi böyleyken Filistin meselesinde ortaya çıkan konuşma isteksizliği ve Filistinlinin sesini duyma ve duyurmadaki korkulu umursamazlık belki de yeni bir riya-söküm sürecinin ateşleyicisi olacak.
Bu riya-sökümün olası mekânlarından birinin edebiyat olacağını tahmin etmek zor değil. Aslında Batı’da yaşayan ve çoğunluğu yerleştikleri ülkelerin dillerinde yazan dikkate değer bir Filistin-asıllı entelektüel kuşağı var karşımızda çoktandır. Ağırlıkla Nekbe (Felâket) sonrasının Filistin diasporasından çıkan ve Edward Said’in haşmetli gölgesinde yetişen bir grup bu: Susan Abulhawa, Adania Shibli, Kareem Rabie, Susan Muaddi Darraj gibi isimler yazıp çizerken en azından bir yanıyla Filistin tecrübesinin tercümanları olma yazgısını yüklenmiş görünüyorlar.
Söz ettiğim kuşağın en genç temsilcilerinden biri 1991 doğumlu Isabella Hammad. İngiliz bir anne ile Filistinli bir babanın kızı olarak Londra’da doğan Hammad’ın 7 Ekim’in hemen birkaç ay öncesinde yayımladığı Enter Ghost (Hayalet Girer) romanı, İngilizce entelektüel âlemde basılır basılmaz küçümsenemeyecek bir ilgiyi haiz oldu. Ama İsrail-Filistin mücadelesinin dünya gündeminin bir numaralı meselesi olduğu şu günlerde bu ilginin çok daha artacağını (ya da artması gerektiğini) beklemek tuhaf olmayacaktır. Zira roman Filistin’in tecrübesini temsil etmek meselesi bağlamında özel bir öneme sahip.
Aslında Hammad’ın Filistin ile ilgili ilk romanı değil bu. Yazarın edebiyat âleminde tanınması, 2019’da yayımlanan ve Türkçe [i] dahil, dünyanın pek çok diline çevrilen ilk romanı The Parisian ile olmuştu. Zadie Smith ve Jonathan Safran Foer gibi İngilizce romanın dev isimleri eseri coşkuyla karşıladı ve roman kısa sürede ciddi bir okur kitlesine ulaşma şansı buldu. Yazar Parizyen’de, Nabluslu dedesi Midhat Kemal’in hayat öyküsünden yola çıkıyor ve Filistin krizinin II. Dünya Savaşı öncesi durumuna odaklanan ve Filistin tarihinin arka plan olduğu bir hikâye anlatıyordu.
Hayalet Girer’de Hammad bu sefer çok daha yakın bir tarihten ve belki bizzat kendi biyografisinden izler taşıyan bir anlatı kuruyor. Romanın kahramanı Sonia Nasir, Hıristiyan Filistinli bir aileye mensup, Londra’da yaşayan bir aktris. Hammad’a benzer şekilde, annesi Hollandalı, babası ise Filistinli. Babanın bir arka kahraman olarak romanda özel bir yeri var, zira 1960’larda Filistin mücadelesi içinde yer almış, lâkin ülkesini terk ettikten sonra özellikle son yıllarda tüm umudunu yitirmiş bir adam olarak Sonia’nın zihnini sürekli meşgul ediyor. Roman 2017 senesinde, Sonia’nın biraz da özel hayatındaki bunalımdan uzaklaşmak arzusuyla kız kardeşi Haneen’in yaşadığı Hayfa şehrine gelmesiyle başlıyor.
Aslında İkinci İntifada’ya (2000-2005) kadar babaları her iki kardeşi de her sene Filistin’e getirmiş, ikisinin de anayurtlarıyla ilişkisinin kopmamasını sağlamış. Biraz da bundan olacak, kız kardeşin tüm ailenin tersine, ait oldukları toprağa dönmeyi ve orada bir hayat kurmayı tercih ettiğini görüyoruz. Şimdi Hayfa’da, İbraniceye tamamen hakim, bir İsrail üniversitesinde öğretim üyesi Haneen. Sonia ise onun aksine, belki de biraz babasının kırgınlığının etkisiyle, İkinci İntifada’dan sonra Filistin’e ayak basmamış.
Dolayısıyla iki kız kardeşin yeniden buluşması, bir yönüyle de dönen ile yabanda kalanın buluşması anlamına geliyor. Aslında ikisi de yoğun şekilde mutsuz ve ikisi de hâlâ kimlik yarılmalarıyla mücadele etmekteler. Sonia’nın Avrupalılaştığını söylemek mümkün. Mutlu olmasa da tam bir uyum içinde görünüyor. Genç kadının bu vakitten sonra geri dönmesinin imkânsız olduğu fikri metnin satır aralarında zaman zaman su yüzüne çıkıyor. Ama bir yandan da bastıramayacağı ya da unutamayacağı kadar Filistinli Sonia. Öte yandan aksi yönde hareket etmiş Haneen, bir İsrail üniversitesinin sosyoloji bölümündeki tek Arap hoca olarak kendini yersiz yurtsuz hissetmekten kurtulmuş değil. Bu iki karışık kafanın birbiriyle konuşma çabası ve trajik iletişimsizliği romanın önemli damarlarından birini oluşturuyor.
Sonia’nın baba memleketine ilk ayak bastığında kendini amaçsız ve yönsüz hissetiğini görüyoruz. Nefes almak için bir ara bu onun için; en azından kendisi öyle tabir ediyor. Ama okurun, bu coğrafyadaki anılarının tüm zenginliğine rağmen kahramanın karşılaştığının nefesten çok, boğucu bir darlık olduğunun farkına varması işten değil. Fakat bir süre sonra Haneen, onu yakın arkadaşı Mariam’la tanıştırdığında Sonia’da hüküm süren yönsüzlük son bulacak. Zira, Mariam da Haneen gibi Batı’da kalabilecekken geri gelmiş Filistinli bir tiyatro yönetmeni ve Batı Şeria’da Hamlet’i sahnelemek arzusunda. Aktris olduğunu bildiği Sonia’nın da oyunda yer almasını istiyor. Başta biraz soğuk baksa da Sonia, Mariam’ın teklifini bir süre sonra kabul ettiğinde Filistin’deki “tatil” planı baştan ayağa değişiyor.
Öte yandan Sonia’nın kızkardeşine ve anavatanına yolculuğunun, Filistin topraklarının sürekli nükseden krizlerinin en mühimlerinden birine denk geldiğinin altını çizmeliyim. 2017 yazındayız. Mescid-i Aksa’dan çıkan üç İsrail vatandaşı Arap genç, iki sınır kontrol polisini öldürüp Mescid-i Aksa’ya geri kaçarlar. İsrail polisi bu üç genci içeride yakalayıp öldürür. Olayın ardından, çok uzun yıllardan sonra ilk defa Mescid-i Aksa dışarıya kapatılır ve Cuma namazı iptal edilir. Cami ancak yeni ve sıkı kontrol tedbirleriyle açılır ve bu durum Filistinlilerde kitlesel bir öfkeye neden olur. Dalga dalga protesto gösterileri başlar ve tansiyon bir kez daha zirveye çıkar.
İşte arka planda bu gerginlik varken Mariam ve Sonia arkadaşlarıyla beraber Hamlet’i sahneye koymak için çalışmaya başlıyorlar. Filistinli Müslüman ve Hıristiyan Araplardan oluşan bir grup bu. Oyunu hazırlarken hem Aksa geriliminin ve İsrail’in kontrol düzeninin farklı akisleriyle mücadele etmek durumunda kalıyor hem de Hamlet aracılığıyla kendi Filistin tecrübelerine / tarihlerine yeniden bakmak imkânına kavuşuyorlar. Burada Hammad, hem grup içi dinamiklere ve karakterlerin şahsi niteliklerine hem grubun ve karakterlerin etraftaki siyasi gerilimle ilişkisine hem de Arapça Hamlet’in işgal altındaki Filistin topraklarında ne ifade edeceğine bakıyor, bu üç kanalı iç içe örerek romanı meydana getiriyor.
Romanın sonuna giderken okur, Mariam başta olmak üzere ekibin tüm baskılar ve korkulara rağmen Hamlet’i sahneye koymayı başarıp başaramayacağını merak edecek. Ama bu merakın içinde bir yandan da sanatın bir direniş aracı olup olamayacağı sorusu üzerine, kahramanlarla beraber düşünmek durumunda kalacak. Tüm oyuncular için yaşadıklarının eşsiz bir tecrübe olduğu açık. Belki Batı Şeria’da, Beytüllahim’de Arapça Hamlet oynamak eyleminin kendisi zaten tek başına devrimci kabul edilebilir. Ama buna karşın, (bir eleştiri mi emin değilim, ama not etmeli) romanda Filistin sokağının sesi pek duyulmuyor. Batı Şeria’daki yaşam ve sıradan insanların tecrübesi bir mırıltı ya da en fazla bir uğultu olarak sızıyor romana. Hamlet Filistinliye ne söyler ve ne söylemiştir, romanda buna dair bir cevap ya da bir araştırma bulamıyoruz. Sonia başta olmak üzere Batı’ya açık bir grup Filistinli sanatçı ve entelektüelin alımlamasını ve tecrübesini okuyoruz daha ziyade.
Yazının başlarında Avrupa ve Amerika’daki Filistinli sanatçı-düşünür kuşağın, bir yerde ister istemez Filistin’in ve Filistin’in yaşadığı felâketin tercümanları olduğundan ve bunu bir yazgı gibi taşıdıklarından bahsetmiştim. Bu noktada Hayalet Girer’deki karşılıklı çeviri faaliyeti anlamlı görünüyor bana. Bir yandan Hamlet’i Arapçaya ve Filistinlinin diline tercüme ederken Filistinlinin tecrübesini de Sonia’nın algı aleminden süzerek İngilizceye ve Batılı okura tercüme etmek, metinde birbirini karşılayan ve ahenkle hareket eden iki dinamik olarak ortaya çıkıyor. Ne söyleyebilir Hamlet Filistin’e? Peki Filistin ne kadar, hangi dilde, hangi araçlarla anlatabilir kendini dünyaya?
Tüm bunların nihayetinde, Hayalet Girer’in 2023’ün en önemli metinlerinden biri olduğu kanaatindeyim. Dünyanın, son yıllarda hiç olmadığı kadar Filistin meselesi üzerine düşünmek zorunda kaldığı bir dönemde Filistin’in tarihine kendine has romanesk bir yol açmış Hammad. Bunu yaparken bir yanıyla kendi konumunu, Batı’dan hatta Batılı bir Filistin’in gözünden bakarak sorunsallaştırmış ve belki şahsen yaşadığı uzaklığı, kimlik yarılmasını romanın malzemesi kılmış. Öte yandan yazının ve sanatın böyle krizlerdeki işlevlerini ve bir direniş mekânına dönüşme ihtimâlini hiçbir ânı romantize etmeden metnin sahnesinde tartışmış.
Türkiye’de de okunması ve tartışılması dileğiyle…
Mehmet Fatih Uslu
*Bu yazı, 23 Aralık 2023 tarihinde K24’te yayınlandı.
**Kapak resmi: Hayfa, Filistin. Manzara resmi. Fotoğraf: Frank Scholten, [tarih: 31 Temmuz 1921 ile 3 Temmuz 1923 arasında]
Kaynak: Leiden University Libraries, https://www.library.universiteitleiden.nl
[i] Isabella Hammad, Parizyen: Nam-ı Diğer El-Parisi, Çev. İrem Kutluk, İstanbul: Alfa Yayınları, 2020.
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.