Cahit Zarifoğlu’nun günlüğünü, oradan birkaç hatıranın bilgisini edinmek, yazarın diğer metinlerinde değil de bizzat yaşadıklarında ortaya çıkan hâliyle sizde nasıl duygular uyandıracağını görmek, onun hayatını az çok hayal edip birlikte geçmiş bir zaman diliminin havasını solumak gibi bir kasıtla okumaya başladıysanız, bunun çabucak geçersiz kılındığını görürsünüz. Belirgin hiçbir beklentiniz yokken kitabı elinize aldığınızda dahi, anlatıcının sesiyle aranızdaki konuşmanın kurallarını oturtabilmeniz, tanıdık bir yordama ulaşıp oradan yazarı bilmeye, anlamaya devam etmeniz bir hayli zamanınızı alacaktır. Yaşamak’a eklenen her yeni günle, önceki günün söyleme, tarif ve tespit etme, düğümleyip çözme, sonra sükûna erdirme imkânları da değişmiş, katmanlanmış, kimi zaman tamamen kendinden sıyrılıp önceden erdiğinin değer ve ağırlığını iptal edip başka, bambaşka bir ifadenin kılığına bürünmüştür. İnce ince kurduğunu yıkıp hiçe saymaktan, sürekli dönüştürüp kıvam değiştirmekten, derinlik ve genişlik ölçüsünü her seferinde yeni uçlara raptetmekten nasılsa yılmayan bu anlatımın kıyısından, Zarifoğlu’nun gerçekten de ‘yaşamak’ içerisindeki herhangi bir meseleyle alâkalı bulabileceği derinliği, kat edebileceği mesafeyi ve nihayet bu erdiklerine bakıp söyleyebileceği son sözü asla bilemeyecek olmanın yakıcı merakıyla ayrılırsınız.
*
(…) Siz okudukça can bulan, nefes alan, hamle yapan, delici bakışıyla neyin üstüne eğildiyse hiç affetmeksizin, hiçbir yanını geride koymaksızın ona yaklaşmasıyla sizin zihninizi de acımasızca dönüştürebileceğini duyuran bu kayıtlardaki etkileyici güç, ne özgürlük ne yabanıllık ne de deha izleklerine oturtup takip edebileceğiniz cinstendir. Kendi kendisinin büyüsüne kapılmaktan şaşırtıcı bir istikrarla hep uzak durmuş, kendi dinamizmini, dayanma ve var olma gücünün kaynağı kılmaktan ısrarla sakınmış, her seferinde bir tür bilinmezliği, künhüne erilmezliği, hep daha çoğuna erebilme ihtimalinin açlığını önünüze getirip bırakmıştır. İstese her arzusunu, kendi hareketine, yazma azmine yön veren bütün heves ve dikkatleri keskin bir ışıkla aydınlatıp buradan kendisiyle ilgili ‘gerçekçi’ tanımlamalara, müthiş kaçma, kovalama, elde etme veya zafer izleklerine erişebilecekken, bunları derin bir mahremiyet örtüsüne sararak bile isteye tüllendirdiğini, gölgelendirdiğini, asıl ve sabit kabul etmekten kaçındığını görmüşsünüzdür. Çarpıcılığını ve şaşırtıcılığını bütün açıklığıyla duyup eşlik etmek istediğiniz ses, sizi kendi çizdiği sınırın ötesine bir türlü geçirmemiştir.
*
(…)
Yaşamak’ın kapısından yeniden ve bir tür yabancılığın kabulüyle girmeniz aslında bir yandan tam da onunla kardeş, ondan bir parça olabileceğinizin işareti gibidir. Çünkü burada zaten hiçbir şey ortak kabullere dayanılarak tarif edilemediği gibi, sizin de tanıdığınız, kendi bildiklerinizi esas alarak anlamına ulaşabileceğiniz bir biçimde asla karşınıza çıkmayacaktır. Gözünüz yazarın gözüne yerleştirilmiş bir mercekmiş de, dönerek geriye, ileriye, havaya ya da içinize ancak o isterse bakabilirmiş, onun merhametine teslim kalmış gibi yürürsünüz. Anlatılan yalnızlıksa, derin bir şüpheyse; baba yoksunluğu, çocuk sevgisi, dağların yüceliği, okyanusun ürperticiliği, aşkın hırpalaması ve daha her neyse, o sizin hayatta ilk kez tanıştığınız bir şeydir. Yazar hiçbir meselesini / nesnesini o önceden varmış da onu etrafında buluvermiş yahut kendisi onun etrafında bulunuvermiş gibi anlatmamıştır. Hepsi ilk kez o anlatırken doğuyor; kendi özü, kendi hareketi, kendi yansımasıyla ilk kez o an terkip oluyordur. Bu yepyenilik, hayret, şaşırtıcılık, ilktenlik duygusunu veren şey, en çok da Zarifoğlu’nun nesnel dünyanın varlık mertebelerini esas almaksızın bir bilme ve konumlandırma peşinde olmasından kaynaklanır. Duyguların, hatıraların, bir olay sırasında ortaya çıkmış bir tutumun, nazik bir ânın, tabiat varlıklarının, kelimelerin, meskenlerin, yolların, yüzlere oturmuş ifadelerin hepsi Zarifoğlu’nda her an kendinden bir parça vererek, kendinden dışarı filizlenerek yeni, canlı bir terkibe can katma kudretiyle dalgalanan birer bilinç menbaı, birer öznedir. Üstelik hiçbirinin anlatmak üzere yazarın kendisini seçmek isteyeceği denli çarpıcı, iyi, kötü vs. olmasına gerek yoktur. Çünkü seçmek, seçilmek müdahalesine gerek yoktur. Bu belki kendi arzularının ışığında yürümek isteyenlere, kendi düzenini kurmak yoluyla dünyaya yönelenlere göredir. Zarifoğlu’nun bakışında her şey zaten olduğu için vardır ve olduğunun çok fazlasıdır. Hiçbir unsur durduğu yerde, göründüğü gibi durmamakta, birbirine geçişerek, ilişerek, akarak yeni yeni duyuşların varlıklarını yaratmakta, bu da beraberinde yeni bir varlık mertebelenmesini getirmektedir. İnsan ise bunlardan birinin diğerine ve birçok başkasına eklemlenerek sürekli yarattığı sayısız menzilden geçmekle mukayyet, yükü ağır, pek ağır bir yolcudur. Zarifoğlu’nu okumayı bunca değerli kılan da hem yepyeni bir şeyin bu halde varlık buluşuna hem de yazarın kendi doğurttuğu ile münasebetine, onun yeni gerçekliğinin içine girişine şahit olma duygusu olsa gerektir. Ama bunun heyecanıyla da durup kalamazsınız, çünkü az ötenizde başka bir kıvılcım çakmaktadır.
Zarifoğlu daha o an eriştiği menzilde kendi kendini değiştirmekle belki de gördüğü, hissettiği şeyin aslında kendi bulgusu olduğu gibi bir varsayıma dahi yanaşmaksızın, onunla yüzleşip hemhal olmakta ve nihayet buradan da başka bir yere gitmeye hazırlanmaktadır. Esasında Yaşamak’taki anlatımın belkemiği hep bu doğru üzerinde şekillenir. Okuyucunun dikkatini kendi mahrem yanından uzaklaştırmış olan yazar, onu sağ yanına alır ve kendi kalbinin eriştikleriyle kıvam bulduğu anları, artık öğrenilmiş, fethedilmiş bir şey olarak tek tek sayıp döker. Buradan da hemen başka bir fark edişin kapısını açmakta adeta acele eder. Henüz fark ettiklerine hayretle baktığınız Zarifoğlu’nun, bu eriverdiklerini, buluverdiklerini sanki kendinin değilmişçesine bir soğukkanlılıkla omzundan indirdiğini, kendinden ötelediğini yine onun hızına sonradan intibak ederek fark edersiniz, ama artık bu nazik ânın içinde kalamayacağınız da öyle açıktır ki… Yazar, anladığı ve erdiği ne varsa, kalbinin bunlarla genleşip değiştiğini de görmüş, bilmiş, anlamış ve artık bu değişip yeniden yaratılmış kalbin kendisi dışında hiçbir şeyin fazlalığına ihtiyacı kalmamış halde, onun hep tetikteki pıtırtısına kimi zaman hoyrat, kimi zaman da sıcacık bir yurda döner gibi dönüp gitmek istemektedir. Okuyucudan saklayamadığı tek arzusu belki de budur. Zaten bütün bir dünya da bu sırada olup bitmektedir.
Yaşamak’ın çay bahçesinde kazara düşen çocuk bahsini hatırlayalım. Çocuğun düşmesi ve canının yanması üzerine, ona yönelen insanların hepsi, ayrı ayrı evrenlerin göğünün yarılıp birbiri üstüne yağması gibi karşılaşır, birbiri arasında yoğun akışlar yaşar. Nasıl oluyorsa hepsinin en derindeki sıcak ve yaralı yanından bir parça gelir, düşen çocuğun incinen yeri üzerinde gezinir ve oradan kendine döner. Bu sırada hepsi kendi varlık endişesini açık etmiş, bu endişenin sevkiyle az ya da çok birbiriyle çarpışmıştır. Zarifoğlu, bu ânın bir parçası olan, yüzü kendisine dönük bulunan herkesin ruhunun, bilincinin derununa bakmakla ilgili öyle güçlü bir yöneliş içindedir ki, bu adeta onun dünyadaki kaçınılmaz zorunluluğuymuş gibi işler yazdıklarına. Yazar, karşılıklı bakışlardan, bakışlar üzerine alınan tavırlara, söylenen sözlerden dudak bükmelere, baş çevirmelerden bir ifadeyi yüzünde ısrarla taşımalara kadar, etraftaki herkesin ve onlardan biri olarak kendisinin, dünya yüzeyine çıkardığı ve kimi zaman çıkardığını dahi bilmediği ama karşılıklı olarak büyüttüğü bir anlamın, belki de orada bulunan tüm insanların duruşunun bütününü tanımlayan bir jestin, o düşme ânını ve sonrasını da içine alarak nasıl katman katman örüldüğünü gözler, bunun hiçbir adımını kaçırmamacasına titizlenir.
*
(…)
Yaşamak, şüphesiz dönüştürücü güce sahip kitaplardan biridir. Onu okuduktan yıllar sonra, anlattıklarının bütün somut ayrıntıları gözünüzden silinmişken bile, durup düşündüğünüzde, çok yüce, çok büyük bir şey karşısında zorlandığınızı, hayretle sustuğunuzu, sonra yavaş yavaş hayretinizin çözülerek hayranlığa dönüştüğünü, kalbinizi doldurduğunu, sizi teslim aldığını ve onunla birlikte yükseldiğinizi hatırlarsınız. Zarifoğlu okuyucusu olmak biraz da budur: “Yaşamak” karşısında onunla tıpkı onun gibi durmaktır.
Hanife Öz
* Yazının tamamı için bkz. Hanife Öz, “Kalp Yurduna Dönüşün Bir Hatıratı: Yaşamak”, Zarifoğlu’nu Okumak, Neslihan Demirci (ed.), İstanbul: Küre Yayınları, 2018, s. 127-135.