“Bu kitap hakkında muhakkak yazı yazacağım,” dedirten bir roman okudum nihayet: Georges Rodenbach’ın Ölü Brugge adlı romanı. Daha önce Rodenbach ismini hiç duymamıştım. İlk defa Alain Corbin’in Sessizliğin Tarihi adlı kitabını okurken karşılaştım Rodenbach ile. Yort Kitap’tan çıkan bu güzel romanın çevirisi Roza Hakmen tarafından yapılmış, Selim İleri de sonsöz yazmış.
Başarılı bir edebiyat eserinde anlatımın ve üslûbun konudan daha önemli olduğunu düşünüyorum. Herhangi bir konu edebiyat için elverişlidir; lâkin onu değerli kılan esere hâkim olan anlatım biçimidir. Konu sadece bir bahanedir çünkü. Ölü Brugge’de hem konu hem anlatım açısından muhteşem bir bütünlük söz konusu. Zaman zaman uzunca bir şiiri okuyormuş hissi veriyor. Sanırım Ölü Brugge, okuduğum romanlar içinde şiirsel dilin en fazla yer ettiği romanlardan birisi oldu. Yazar, dili ustalıkla işleyip okuyucunun kulaklarına sanki bir şiir mırıldanır gibi yazmış.
Roman kahramanı Hugues on yıllık evlilikleri boyunca çok sevdiği eşini kaybettikten sonra ona çok benzeyen Jane adındaki tiyatro oyuncusu ve dansçısı kadına vurulur. Âşık olduğunu zanneder; aslında ölen eşiyle yaşadığı hatıraları Jane’le tekrardan yaşamak istemektedir. Böylece Jane ve Hugues sevgili olurlar. Benzerliğe duyulan alışkanlığın yanısıra yenilik ihtiyacının detaylıca anlatıldığı romanda yazar, “Alışkanlık insanın kuralı, ritmidir. Bunu, çaresizliği belirleyen bir şiddetle yaşamıştı Hugues” (s. 50) der; yalnız adam, artık yanında olmayan sevdiği kadının yüzünü başka çehrelerde arar ve nihayet Jane’de bulduğunu zanneder. Kitaptaki bir diğer kahraman da Hugues’in hizmetlisi olan Barbe, aynı zamanda kilisiye bağlı olan bir hizmetkâr. Barbe, kilisedeki Rahibe Rosalie’nin dediklerini dikkate alan biri. Rahibe, Barbe’ye şehirdeki dedikodulardan rahatsız olduğunu belirterek yanında çalıştığı adamın dansöz bir oyuncuyla birlikte olduğunu söyleyerek Barbe’nin işini bırakmasını tavsiye eder. Barbe de rahibenin dediğini yaparak işini bırakır. Hugues ise yalnızlığına deva bulduğunu zannederken daha da yalnızlığa sürüklenir. Kitap, sürpriz bir sonla biter. Yazar, insanın aradıklarını bulamayınca ya da görmek istediklerini göremeyince nasıl bir hâle bürüneceğini kitabın son bölümünde etkileyici biçimde vermiş.
Romanda “kent” mefhumu üzerinde de duruluyor ve Brugge kenti muazzam bir şekilde anlatılıyor. Meselâ romanın bir yerinde şöyle bir kent nitelemesi var: “Her kent bir ruh hâlidir; o kentte kısacık bir süre bile otursak o ruh hâli aktarılır. Havanın en hafif hareketiyle yayılan, yuttuğumuz bir sıvı hâlinde bize de bulaşır.” Kentin anlatımı her bölüm başındaki fotoğraflarla insanın zihnine daha da güzel yerleşiyor. Romanı okurken kentin kişileri dıştan kuşattığını ve yalnızlığın bir yük olduğunu insan derinden hissediyor. Kentin sessizliği ile ilgili en güzel anlatımlardan biri de şöyle: “O kadar boş, o kadar suskun, o kadar bulaşıcı bir sessizliğe gömülü ki, insan orada hasta evindeymiş gibi usul usul yürüyor, alçak sesle konuşuyor.” (s. 68).
Romanın en etkileyici kısımlarından biri de Hugues’in kendisiyle konuşmasının yer aldığı pasajdı. Hugues kendi kendine şöyle der: “İnsan aynı varlığa sahip olmaktan bıkar. Tıpkı sağlık gibi mutluluğun da ancak tezat sayesinde tadına varırız. Aşk da kesintiye uğradığı zaman var olur.” Kitapta bu kesintinin ölümden olması da ayrı bir trajedi… Hz. Mevlâna’nın “İyileşmek için önce hasta olmak gerek.” cümlesini hatıra getiriyor.
Kitap boyunca sessizliğe özel bir önemle yer verilmiş sanki. Yukarıda kentin sessizliği ile ilgili bir örneğe yer vermiştim. Bazı bölümlerde hastane sessizliğine de değinen yazar, bazı bölümlerdeyse sessizliğe olan ihtiyacını dile getiriyor: “Onun sessizliğe ve neredeyse yaşadığını hissettirmeyecek kadar tekdüze bir hayata ihtiyacı vardı. Fiziksel acıların yakınındayken susmak, bir hasta odasında sessizce hareket etmek niçin gerekir? Gürültüler, sesler niçin pansumanı bozup yarayı deşer? Gürültü manevi acıları da arttırır.” (s. 18-19).
Sessizliğin hüküm sürdüğü bir kentte yalnız bir adamın, çareyi ölen eşine benzeyen bir kadında ararken düştüğü çaresizliğin hikâyesi… Yazar, dilini anlaşılır kılan sessizliğin dokunuşlarıyla ve incelikli bir şiirsellikle var ediyor adeta. Romanı okuduktan sonra Sunullah Gaybi’nin “İnsan yıkılmadan yapılmıyor.” cümlesi dolaştı zihnimde. Aslolan, yıkıldıktan sonra yapılma çabası, vesselam.
Sedat Anar