19. yüzyıl Osmanlı’sında, merkezdeki insanın duygu-düşünce dünyasından ve çeşitli katmanlarıyla sosyal hayattan şiirin geri çekilme seyrini, dönemin kitaplarından takip ettiğimizde, hayli şaşırtıcı bilgi ve kanaatle karşılaşıyoruz. Satırlardan öğreniyoruz ki adım adım gerçekleşen değişim, bazen keskin bir kararla hızlanmıştır da.
İşte böyle kararın altında imzası olan kişilerden biri, ismine pek de yabancı olmadığımız bir Alman subayıdır: Von Der Goltz Paşa. Onun askerî eğitim sistemindeki ıslahatlarından şiir de nasibini alır. Yeni tedrisattan memnun olan Mahmut Şevket Paşa, Osmanlı Askeri Teşkilatı ve Kıyafeti adıyla da yayınlanan eserinde, 19. asrın sonuna doğru gerçekleşen düzenlemeden bahsederken, “Von Der Goltz Paşa askeri okulların ders programlarını ıslah ederek ve eğitim yöntemlerini bir başka kalıba sokarak” diye söze başlar ve şöyle devam eder: “Eskiden okullarda şiir ve edebiyat ile matematiğe birinci derecede önem verilirken; programlarda yapılan son değişikliklerle askerlik bilimine layık olduğu ve hak ettiği öncelik ve üstünlük verilerek öğrencilerin istek ve hevesleri meslek ve görevleriyle ilgili konulara yöneltilmiştir.” Paşanın verdiği hatırı sayılır bilginin yanı sıra, “layık olduğu, hak ettiği” gibi ifade tercihleri, bir bürokratın kanaatini yansıtması bakımından ilgi çekici. Vaktiyle devlet ricalinin şiirle içli dışlı olduğunu düşününce, gelinen nokta izaha muhtaç görünüyor. Bu arada, kitabın 20. yüzyılın hemen başında basıldığını da not düşelim.
Şiirin cemiyet nazarındaki yerine, Ahmet Mithat Efendi’nin Felsefe-i Zenan isimli mektup-romanından bir kapı aralanabilir. Şu satırlarda dile getirilen yargı, değişimin derecesini göstermeye yetiyor: “Şiir dilin köleliği değil midir? Dili sınırlı bir daire içine sokmak ve söylemek istediğin şeyi söyleyemeyip, söylemenin gerekmediği bir şeyi de ya vezin doldurmak veya kafiye bulmak, kısacası şiirin kurallarına uymak derdi yüzünden söylemek dil için adeta bir kölelik demektir. A kuzum! Biraz da doğayı sevsen a! Doğa insana nesri mi öğretiyor nazmı mı?” Anlaşılan o ki yeni ve nispeten serbest bir tür olan roman karşısında şiir, işlevselliğini ve inandırıcılığını kaybetmeye yüz tutmuştur.
İtibar kaybına uğrayan, klasik şiir anlayışıdır aslında. Divan geleneği, gerek poetika gerek semboller dünyası bakımından, cemiyet nezdinde eski karşılığını bulamıyordu. Zaten ediplerimizin de yerleşik şiir inşasıyla başı hoş değildi artık. Namık Kemal’in Celâleddin Harzemşah Mukaddimesi’indeki şu yorumu, farklılaşan algıyı açıkça yansıtır: “Divanlarımızdan biri mütalaa olunurken insan (…) kendini devler, gulyabanîler âleminde zanneder.” Maddeci ve realist nazarın yolu açılmıştır hasılı. Şairlerin bir kısmı, divan nazmının biçimsel yapısına uygun olmakla birlikte, dönemin ruhunun ve düşünce değişiminin tesiriyle, içerik ve duyuş bakımından modern unsurlar taşıyan şiirler yazmışlardır. Örneklerin başında, Akif Paşa’nın yokluğu methettiği “Adem Kasidesi”ni, Sadullah Paşa’nın değişen ahvale dair bir durum tespiti sadedinde kaleme aldığı “19. Asır” manzumesini ve Şinasi’nin modern duyuşa yaslanan “Vahdet-i zatına aklımca şehadet lâzım” mısraına yer verdiği “Münacaatı”nı zikredebiliriz. Dönemin ruhundan bahsetmişken Hoca Tahsin Efendi’nin şu meşhur cümlesini anmazsak hatırı kalır: “Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e.”
Bakış açısının giderek başkalaşmasında, fiziki çevrenin ve sosyal yapının peyderpey değişmesi de etkili olmalı. Zira şehir, merkezdeki şiirin, hem dış gerçeklik hem de kültür evreni yönüyle gönderge dünyası idi. Yazılanlar ve yaşantı arasındaki mesafe, ister istemez açılıyordu. Nihayetinde, 20. yüzyılın yarısına varmadan, şairane söyleyişe pek müsaade etmeyen başka bir manzara çıkacaktır karşımıza. Malik Aksel, Sanat ve Folklor adlı kitabındaki “Eski-Yeni İstanbul ve Turistler” adlı yazısında, şehrin dönüşümüne atıfla, “Piyer Loti’yi İstanbul’da tutan biraz da İstanbul’un hiç bir yere uymayan özellikleri idi. Onun en yakın arkadaşı Klod Farer’in bu şehre son gelişinde fazla durmamasına sebep İstanbul’un tamamiyle bozulmuş ve değişmiş olması idi.” diye anlatır. Orhan Veli’nin nazarında kendine yer bulan İstanbul, Fransız yazarı ikna edememiştir anlaşılan.
Elhasıl, büyü 19. asırda bozulmaya başlamıştır. Yüzyıl boyunca merkezin yapısı ve insan unsuru peyderpey ve pek çok yönden modernleşir. Siyasi durum, iktisadi şartlar, sosyal hayat, fiziki çevre ve duygu-düşünce dünyasındaki dönüşümün edebiyata ve bilhassa şiire tesiri kaçınılmazdır. Yerleşik sanat zevkinden ister istemez uzaklaşan şairler; duyuş, tavır, içerik, biçim ve ifade tarzı bakımından, kendi meşrepleri doğrultusunda, farklı imkân yollarına yönelirler.
Emel Özkan