Yüksek mi yüksek, geniş mi geniş bir sahne. Her yer simsiyah. Dekor niyetine kuru bir dal. Belki söğüt, belki de sadece çalı. İçinde iyice kaybolduğu sahnenin solunda, ayakkabısını çıkarmaya çalışan bir insan teki. Hemen yanında biri daha var. Niye oradalar? Bir şey mi bekliyorlar? Neyi bekliyorlar? Peki niye?
Ceplerini karıştırıp eline gelen havucu arkadaşına uzatmadan önce başındaki şapkasını özenle evirip çevirip yeniden başına koyar Vladimir. Estragon’un ise tüm derdi-tasası ayakkabısıdır. Oyunun başından sonuna bitmez bir mücadele… Aynı ardısıra tekrar edip duran konuşma(ma)ları gibi. Bir sirk palyaçosunun veya bir kuklanın unutmamak için repliklerini biteviye yinelemesi.
“Düşünüyorum da, var mıyım gerçekten?”
Bir tarafıyla varlığın gölgesinde yaşanan tarif edilemez bir yokluk. Varlığını yokluğuyla derinden hissettiren bir Godot. Hatta diğerlerinin orada bulunuşlarını dahi öylesine silikleştiren… Gelmese de beklenilecek. Beklenilse de gelmeyecek. Sadece bir ihtimal hatırına, biraz da gerçeği yüzlerine haykırmanın dayanılmazlığından, yokluğundan çok, aslında gelmesinin yaratacağı korkudan, ellerindeki yegâne tutamacın kayıp gitmesinden ve içinde bulunulan durumdan vazgeçmeyi hiç mi hiç istememekten, her gün aynı yerde, aynı saatte aynıyı oynarlar.
Kimbilir kaç kez görüp de birbirlerini tanımazdan geldikleri Pozzo ve “Çanta! Sepet! Sağa dön! İlerle! Dur!” hatta “Düşün domuz!” diye emirler yağdırdığı kölesi Lucky de bu tekdüzeliğin bir parçası. Hem de her ne kadar ikinci perdede Pozzo kör, Lucky ise dilsiz hâlde çıksa bile sahneye…
İkinci perdeyle birlikte filizlenir ağacın dalı da. Godot’nun geleceğine dair bir umut mudur bu? Yoksa hiç gelmeyeceğinin bir kanıtı mı? Belki de birinci perdeyle ikincisi arasında bile aylar, yıllar geçmiştir öylece.
Yine yeni yeniden oynanan Godot’yu Beklerken’lerde üç aşağı-beş yukarı yaşananlar bundan ibarettir. Ve Godot gelmeyecektir. Bir de, Godot’yu bekleyenlerin bu kez Karagöz’le Hacivat olduğu bir hayal perdesi düşünsek. Hem de büyükler için… Godot bu defa gelir mi sizce?
Karagöz gece dışarıdaki helânın kapısına giderken bir şeyler olur ve birdenbire kendini bilmediği bir perdede bulur. Etrafta in cin top oynamakta. Ne helâ kalmıştır ortada ne de tüten bir ocağı kenarda. Karagöz istemsizce Hacivat’a seslenirken o da aynı hâl içinde aynı perdede yerini alır. Peki gecenin bir yarısı ne işleri vardır burada? Başlarında da ışkırlak yerine melon şapka…
“Damdan düştü bir kurbağa/ titretti kuyruğunu/ bunu gören jandarmalar/ alıp götürdüler onu/ mezarını kazdılar/ mezar taşına şöyle yazdılar/ damdan düştü bir kurbağa/ titretti kuyruğunu…”
Hacivat’a göre Godot’yu beklemektedirler. Orada da mehtaplı, kuru ağaçlı bir dekor vardır. Onlar da iki kişidir, bunlar da. Ama Karagöz’e göre bu çok saçmadır: “Hem niye Godot bize gelsin canım? Niye Godot’yu bekleyelim? O da ne, o da kim? Hem biz iki kişi değiliz ki… Elinde iki değnekle bizi oynatan tek kişi değil mi?”
Godot’yu bekleyen Vladimir ile Estragon da sözde beş kişilik bir oyunun içindedir ama diyaloglara bakıldığında bir kişinin bitimsiz sayıklamalarından ibaret bir monolog, bir iç hesaplaş(ama)ma örneğidir aslında. Vladimir’in mantık, Estragon’un ise sezgi tarafı ağır basar. İkiye ayrılmış bir bütünün tezahürleridir adeta. Biri olmadan diğeri eksik ve anlamsızdır. Bir yanıyla Hacivat’la Karagöz gibi. Fakat hayal perdesindeki bu bekleyişte Hacivat’la Karagöz hem oyuncu hem seyirci durumundadır. Pozzo’yla Lucky’nin sahneye ilk gelişlerinde Hacivat, Karagöz’ün arkasına saklanıp “Haydi izleyelim, bakalım ne olacak?” ifadelerini kullanır. Hem bir ânda kendilerini içinde buldukları bu kâbusun bitmesiyle ait oldukları yere dönmeyi beklemekte, hem de parçası olmadıkları bambaşka bir hikâyeyi ara ara güldürü konusu kılıp eleştirerek seyretmektedirler. Meselâ Godot’nun bugün değil yarın geleceğini bildirmek için çıkagelen çocuğu Beberuhi’ye benzetir Karagöz ve ona zaten güven duyulmayacağını hatırlatır Hacivat’a. Hayal perdesinin önünde duran “gerçek” seyirci ise tüm bu yaşananlara misafirin misafiri gibi seyircinin seyircisi durumunda şahitlik etmektedir. Hatta Karagöz’e göre onun varlığı da şüphelidir: “Ev yok, helâ yok. Ben de yokum. Belki siz de yoksunuz.”
Üstüne sayfalarca yazı kaleme alınmış Godot’yu Beklerken oyununu “Hayat işte!” diye özetler Karagöz. Hacivat’sa onu kolaycılıkla itham eder. Hacivat içinde bulundukları durumu anlamaya ve Karagöz’e anlatmaya çalışır sürekli. Karagöz’ün derdi ise bir ân evvel buradan çıkış yolunu bulmaktır. Sonunda kendini geleneğin kucağına atıp sahneden atlayarak kurtulur da. Bir yarın daha Godot’yu beklemeye teşne Hacivat’sa dönmemeyi tercih eder, “Ya gelirse…” diye.
Gündelik siyasete bulanmış nükteler ve espriler, biraz küfür, biraz samimiyet, biraz gelenek, biraz modernle harmanlanmış bu oyunun yazarı ve yönetmeni Murat Karahüseyinoğlu. Hayali Hüseyin Dilan’sa oynatıcısı. Yardaklar Güray Görkem ile Eray Sel. Çağdaş karşı-drama örneklerinden biri kabul edilen Godot Bize Gelmez oyunu, tarihte geleneğin bir parçası olarak kalmış, eski moda ve çocuk oyunu algısını kırarak Karagöz’ü yeniden diriltmeye dönük çok ciddi bir adım atıyor. “Farklı coğrafyalarda herkes aynı şekilde ve aynı şeyi mi bekler? Biz nasıl bekleriz? Niye Bekleriz?” gibi sorulara da kapı aralıyor. Godot’yu Beklerken’i konu edinmesine rağmen seyirciyi o oyunun kasvetinden sıyırıp bir Karagöz neşesi bahşediyor.
* Yanlış anlaşılma dolayısıyla bu oyunu bulmama vesile olan ve birlikte seyretme imkânı bulduğum Zeynep Gökgöz’e teşekkürlerimle…
Ayşe Yılmaz