Pek saygıdeğer Miguel de Cervantes Saavedra; okurunuz olarak sizin için hem üzülüyor hem de seviniyorum. Yüzyıllardır bir yazarın talihini de, talihsizliğini de iç içe yaşıyorsunuz. Talihlisiniz çünkü kahramanınızın ünü sizin isminizin çok önüne geçti. Artık Don Kişot sadece bir kitap ismi olarak değil, bir kitabın yaratıcısı hâline gelmiş bulunuyor. Hangi ölümlü yazar bir başka bedende, bir başka isim altında insan soyunun yüzyıllarına arkadaşlık etmek istemez ki? Ama talihsizsiniz de; nihayetinde kendi kahramanı tarafından geriye itilen, mahareti, sanatkârlığı çok az hesaba katılan biri hâline geldiniz. Yazarla tarih ve yazarla okur arasındaki bitmez hesaplaşmanın değil, var ettiğiniz esrik bir taşra şövalyesinin paslı kalkanının, kör kılıcının kurbanı oldunuz. Bir düşünün; okurlarınızın neredeyse tamamına yakını “Cervantes’in Don Kişotu’nu okudunuz mu?” demek yerine, yalnızca, “Don Kişot’u okudunuz mu?” demekle yetiniyor. Ve biz edebiyatseverler, sayenizde, yazarla kahramanı arasındaki hesaplaşmanın sadece bir metnin kaleme alındığı süre içerisinde başlayıp bitmediğini, bu hesaplaşmanın yazarın ölüp kahramanının hayatta kaldığı gelecek zamanda da sürdüğünü tecrübe etmiş bulunuyoruz. Bir kez daha üzülerek hatırlatayım ki kahramanınız okurunuzu sizden çalarak büyüdü, dilden dile yayıldı ve insanlığın sırrını bir türlü çözemediği tuhaf bir adama dönüştü. Muhtemelen yakında “Don Kişot kimdir?” sorusunun cevabını bir de akıllı robotlardan almaya çalışacağız. Umarız “bunağın tekiydi” diyerek kestirip atmazlar…
Muhterem Cervantes, bu şahsi önsöze “Eski esirimizin netameli hikâyesi?” başlığını koymayı arzuluyordum ama sizi kırmamak için vazgeçtim. Tarihten ve biyografinizin heyecanlı yıllarından habersiz okur bu başlıktan neyin kastedildiğini muhtemelen anlamayacaktır. Ama ikimiz de başlığın içindeki hikâyeyi biliyoruz. Aslında ikimiz derken abartılı bir eşitleştirme yaptım, ben sadece hikâyenizden bize ulaşabilen parçaları bilebilirim, oysa siz bütün ayrıntılarıyla yaşadınız. Hayat hikâyenizin bazı sayfaları, Türk okurunu -kabul edin- dünyanın diğer dillerindeki okurdan çok daha fazla ilgilendiriyor. Bir Japon ya da Kenyalı okur için Don Kişot’un maceraları tarihin tutanaklarıyla çok da ilgili değildir. Bir Çinli ve Rus okur için de bu böyledir. Onların gözünde La Manchalı Yaratıcı Asilzade Don Kihote, sürekli şövalye romanları okuyarak kafayı bozmuş biridir. Bizim gibi onlar da artık kendi şövalyeliğine soyunmuş adamın İspanya kırlarındaki maceralarını hayal eder, gülümserler. Seçkinlere mahsus konuşmaları, yardımcısı Sanço ile diyalogları, hayalinde inşa ettiği düşmanlar ve onlara her hücum ettiğinde aldığı mağlubiyetler, kahramanı gönlümüze yerleştirir. Ve herkes ironinin bu evrensel kumandanı önünde şapka çıkarır. Bizim bir fazlamız vardır ama; Don Kişot’un “eski esirimiz”in bir icadı olduğunu aklımızdan çıkarmayız…
İsterseniz sevgili yazar, biyografinizin bazı sayfalarını tarihle ilgisi sınırlı okurlar için aralamaya başlayalım. Kayıtlar ne kadar da net! 15 Eylül 1569 senesinde Madrid’de bir adam yaralandı ve bu yaralamanın müsebbibinin Miguel de Cervantes Saavedra olduğu iddia edildi. Siz miydiniz yaralayan yoksa sizinle aynı adı taşıyan bir başkası mıydı hâlâ tartışılıyor. Ama kaçan siz oldunuz Bay Saavedra. Kaçıp önce Fransa’ya gittiniz, ardından da Papa V. Pius’un Osmanlılara karşı ilan ettiği savaş çağrısına gönülden katıldınız. Marquesa, yelkenlerini büyük savaşın yapılacağı kıyıya doğru şişirirken aklınızdan ne geçiyordu bilinmez. Bir “Haçlı eri” olarak 7 Ekim 1571’de Lepanto (İnebahtı)’da büyük düşmanın gemileriyle karşılaştığınızda da nasıl bir ruh hâliniz vardı, tahmin etmemiz mümkün değil. Ama “yenilmez Türk”e ilk büyük yenilgiyi tattırdığınız bu savaşın ardından yaşadığınız sevinci Don Kişot’un yaprakları arasına sıkıştırmayı ihmâl etmediniz. Yazdıklarınızdan anlıyoruz ki bütün Avrupa coşkudan sarhoş olmuş, beşiklerdeki bebekler bile mutluluktan nasibini almıştı. Don Kişot’un serüveniyle hiçbir alâkası olmayan bu hikâyeyi romanın yaprakları arasına sıkıştırma sebebinizin kurgu kaynaklı olmadığını anlayabiliyoruz sevgili yazar. Bu savaşta birkaç yara da aldınız, bir kolunuz hepten kullanılamaz hale geldi. Artık yeni bir lakabınız vardı: Manco de Lepanto / İnebahtı’nın Çolağı…
Sadece İnebahtı’nın büyük sevincini değil Muhterem Cervantes, bir esirin talihsizliğini de ustalıkla kurgunuzun içine yerleştirdiniz. Bir başkasıymış gibi anlattığınız o esirin siz olduğunuzu biliyoruz. Biliyoruz çünkü bizim esirimizdiniz. Zaferden ne kadar sonraydı bilinmiyor; kimilerine göre dönüş yolunda, kimilerine göre birkaç yıl sonra Akdeniz’de Türk korsanlarına esir düştünüz. Hayatınızı didikleyen bazı tarihçiler Karaköy – Dolmabahçe arasındaki Kılıç Ali Paşa camiinin inşaatında çalıştırıldığınızı iddia ederler ama bu pek gerçeğe yakın görünmüyor. Yazdıklarınızda da “büyük sultan”ın başkentine dair hiçbir intiba yer almıyor zaten. Muhtemelen hemen Cezayir’e götürüldünüz ve sert Osmanlı paşasının esiri olarak birkaç yıl orada kaldınız. Birkaç kez kaçmayı denediğinizi, kaçamadığınızı, sultanın Cezayir Beyi’nin bütün sertliğine rağmen sizi her defasında affettiğini biliyoruz. Bir entelektüele saygıdan mıydı bu koruma, yoksa Avrupa’da Hristiyan esirleri kurtarmak için çalışan kilise vakıflardan yüklü bir fidye mi bekleniyordu, muamma. İyi de nasıl kurtuldunuz kıyı ile çöl arasına kondurulmuş o büyük hapishaneden; son denemenizde kaçmayı mı başardınız, fidyeniz mi ödendi, Bey’in affına mı mazhar oldunuz? Bu soruları özellikle soruyorum çünkü kitabınızın sayfalarında anlattığınız ihtida hikâyesi pek akla yatkın görünmüyor. Rüyasında Meryem Ana’yı görerek Hristiyanlığı seçen bir bey kızının yardımıyla, onu da alıp İspanya’ya dönüşünüzü anlattığınız ve büyük kurgunun içerisine yapıştırdığınız bölüm, gerçeği açıklamaktan çok, onu perdeliyor maalesef. Kabul edin Bay Cervantes, Don Kişot’u iki şeye borçlusunuz; kaleminize ve Türklere. Ama siz kitabınızda yer yer bizi rencide etmekten kendinizi alamadınız yine de; Don Kişot’un aklı evvel yardımcısına, efendisi onun sözlerinden her şüphelendiğinde şöyle dedirttiniz: “Yalan söylüyorsam Türk olayım.” Büyük eserinizin hürmetine, bu lakırdıyı duymazlıktan geliyoruz efendim…
Ali Ayçil