Hilmi Yavuz “Kayboluş ve Unutmak” isimli şiirine “Bir insana bırakılmış olan keder /
Ve kelimelerin kalbi…” dizeleriyle başlar. Kelimelerin kalbini bir miras gibi devraldığımızı düşünebiliriz buradan yola çıkarak. Şöyle devam ediyor şiir:
ne kadar inceydi unutmak ve sonu
o kadar beyazdı anımsamanın;
nasıl da unutmayı unuttuk;
sadece onu mu, sadece onu
değil elbet ve başka şeyleri de:
nisyân’ı,
ferâmuş’u
ve oblivion’u…
Sanki şair mirasyediliğimize de atıfta bulunuyor; kelimeleri, farklı söyleyişleri unutuyoruz. Hatta unutmayı da unutuyoruz ve onunla birlikte nisyân’ı, ferâmuş’u ve oblivion’u da… Bu kelimeler arasından ferâmuş, “en çok beni unuttunuz.” der gibi göz kırpıyor. Kalbini açmak istiyor, beni kendisine çekiyor. Bu ışıltılı kelimeyi alıyorum, hem sitemini hem hikâyesini dinlemek için hazırlanıyorum. Önce sözlüğe bakıyorum, Hilmi Yavuz’un başka bir şeyi işaret etmediğini, sadece kelimelerin eş anlamlılığını ve bizim onları unuttuğumuzu işaret ettiğini daha iyi anlıyorum. Sözlükte, “ferâmuş etmek (eylemek)” unutmak, ihmal etmek anlamlarına geliyor, bazı sözlüklerde “unutma”nın yanında “nisyan” anlamı da yer alıyor. [1]
Eski edebiyatımıza baktığımda ise ferâmuş’un en az unutmak kadar dilde yaygın bir şekilde kullanıldığını gördüm. “Ferâmuş olmak”, unutulmak; “hâb-ı ferâmuş”, unutma uykusu karşılığına geliyor. “Dünya sana bir hâb-ı feramuş görünsün” diye bir beyitle karşılaştım. Dünyayı bir unutma uykusu gibi gören bir şairin bu topraklarda yaşamış olduğunu düşününce bir an içim genişledi… Kelimenin deyimlerde yer edindiğini görmek de gülümsetti beni: “Âlemde her kim ferâmuş-i nigeh olursa dilde ferâmuş eyler”: Gözden ırak olan gönülden de ırak olur.
Kelimeyle en güzel karşılaşmam ise Hilmi Hoca’nın şiirine ilham verdiğini dile getirdiği bir şarkının Enderunlu Vâsıf’a ait güftesindeki duruşuydu:
Bensiz ey gül gülşen-i âlemde mey nûş eyleme / Andelîb-i aşkını hasretle hâmûş eyleme
Gönlümü sahbâ-yı hicrânınla bîhûş eyleme / Her ne cevr eylersen et ahdi ferâmûş eyleme [2]
Sevgiliye verilen sözün -ki bu sözün kâlubelâda verildiği varsayılıyordu- bozulmaması için niyazda bulunuyor âşık. Her türlü cefa çektirebilir ama yeter ki onu bırakmasın… Sevdiğiniz tarafından unutulma endişesi büyük korkulardandır. Edip Cansever de “Sonrası Kalır”da sanki bu korkuyu deşer: “Ne kalır ne kalır / (…) Aşklardan sevgilerden”; “Suya yeni indirilmiş bir kayık gibi / Akıp geçmişsem, gidip gelmişsem/ Bir de bu kalır” der.
Unutmak/ unutulmak daha çok olumsuz çağrışımlarıyla dimağımızda yer etse de unutmanın da yeri, hatta ona biçilen alandan çok daha geniş bir eyleme alanı var. Hem zihinsel süreçlerde hem de toplumsal belleğin işleyişinde unutma ve hatırlama arasında mekik gibi işleyen bir sistem var.
Marc Augé’nin Unutma Biçimleri isimli kitabı, odağı hatırlamaktan çekip unutmaya çeviren belki de unutmaya yüklediğimiz hayırsızlığı evirip çeviren ve ona hakkını iade etmeye yönelik çalışma sunuyor. [3] Kitabın altı iyice çizilecek cümlesi şöyle: “Anımsama ile unutma arasındaki ilişki, yaşam ile ölüm arasındaki ilişkinin aynısıdır diyebiliriz.” Tohum ve çiçek arasındaki ilişkiyi hatırlatıyor bu durum; yazara göre çiçek, tohumun unutulmasıdır.
Unutma sürecinin nasıl işlediğini şöyle açıklıyor Marc Augé; insan her şeyi unutmuyor ve her şeyi de hatırlamıyor. Bir bahçıvanın özenerek baktığı bitkisi/ ağacı daha iyi büyüsün diye budama ve ayıklama yapmasına benzetiyor süreci, bize gerekli olan anıların kalıcılığını sağlayabilmek için bazı anıları hızlıca budamak gerekiyor.
Augé bu ikilinin dansını ise en güzel biçimde şöyle betimliyor: “Anılar, tıpkı kıyı çizgisinin deniz tarafından şekillendirilmesi gibi, unutma yoluyla şekillendirilmiştir.” Daha aktif olan deniz, dalgalar marifetiyle anıları yıkar, ayıklar durur ve karayı yavaş yavaş şekillendirir. Kara da en işe yarar, kalıcı anılarla bir şekle bürünür zaman içerisinde. Çocukluğumuzdan bugünümüze hafızamızın manzarası böyle şekilleniyor.
Unutma biçimleri üzerine çalışan bir başka araştırmacı Aleida Assmann ise toplumsal hafıza bağlamında bize unutmanın hatırlamaktan daha normal bir durum olduğunu söylüyor. Fakat Assmann’ın dikkati çektiği, unutmanın negatif biçimleri diyebileceğimiz “cezalandırıcı unutma” ve “engelleyici unutma”, kendi içerisinde şiddeti de barındırıyor. Çünkü bu unutturma biçimleri toplumsal ve kültürel bir silah olarak kullanılabiliyor. [4]
İktidarların toplumsal hafıza üzerinde bu denli büyük bir güç kullanabilme yetkesi ürkütücü duruyor. Kendi toplumsal hafızamızın yüz yıllık serencamını düşündüğümde ise aklıma 3 Kasım 1928’te yürürlüğe giren Alfabe Devrimi, travmatik bir engelleyici ve cezalandırıcı unutma biçimi olarak beliriyor. Nitekim 20.yüzyılın felsefi anlamda bir dil çağı olmasına en ciddi katkıyı yapan düşünürlerden Jacques Derrida’nın dikkatinden de kaçmamış bu unutturma tarzı. Derrida 1997’de İstanbul’a geldiğinde arkadaşı Catherine Malabou’ya bir mektup yazar. [5] Mektubunda şöyle der Derrida: “Modern kültüre geçiş bahanesiyle insanlar, bir günde, yüzyılların hafızasını okuyamaz hale geldiler, cahil kılındılar. İşte bu, kişinin ülkesini kim bilir hangi serüven arayışına terk etmesinin korkunç yolu, bunu yapmanın en canavarca ama belki de tek yolu, bellek yitimidir!” Bu ifadelerde aslında unutmaktan daha da ağır bir tecrübe yaşadığımızın ve bunun toplumsal hafızanın toptan silinişi olduğunun henüz farkına varabildiğimizi sanmıyorum. Çünkü bu “geri dönüşü olmayan bir yolculuk”tu, o gün bizler sadece “soyunmadık”, “çıplak” bir hâlde “tekrar yola koyuldu[k]”. “Bir harf katliamı” diye nitelendiriyor Derrida. Unutma kuyusuna atılmış, ferâmuş kılınan harfler, kelimeler var… Harfler, kelimelerden bağımsız yaşamaya devam edebilirler ama kelimeler için aynısını söyleyemeyiz. Ölmüş kelimelerimiz birer mezar taşına sahip olmayı ve sözlüğe ölüm yıllarının kazınmasını hak ediyorlar.
Hale Sert
[1] Kubbealtı Lûgati’nda, ferâmuş etmek (eylemek): Unutma, hatırdan çıkarma; İsmail Parlatır’ın Osmanlı Türkçesi Sözlüğü’nde ferâmuş etmek/eylemek: Unutmak; Ziya Şükün’ün Ferheng-i Ziya Farsça sözlüğünde, ferâmuş: unutma, nisyan anlamlarına geliyor.
[2] “Ey sevgili, dünya gül bahçesinde bensiz şarap içme./ Aşkının bülbülüyüm beni hasretle susturma./ Gönlümü ayrılık şarabıyla sarhoş etme./ Bana nasıl eziyet edersen et, yeter ki verdiğin sözü unutma.”
[3] Marc Augé, Unutma Biçimleri, çev. Mehmet Sert, İstanbul: YKY, 2021.
[4] A. Assmann’dan aktaran Hülya Yaman, “İnsan Neden Unutur? Düşünsel Bir Fikir Olarak Unutma Sorunsalı”, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 2021 bahar, sayı 31, s. 619.
[5] Jacques Derrida, “İstanbul Mektubu”, Cogito sayı 47-48, yaz-güz 2006, s.17-37.