“Söyledim ve ruhumu kurtardım.” [1]
Bir duyguyu anlatırken çoğu zaman duygunun kendisiyle yetinmeyiz. Hangi duygunun içindeysek onu tasvir ederken bedensel ve sözel tecrübelerimizi aktarır hâlde buluruz kendimizi: İçimiz içimize sığmıyordur, duvarlar üstümüze üstümüze geliyordur, midemizde kelebekler uçuşuyor veya depremler oluyordur…
Hepimizin bir duygu dağarcığı ve hafızası vardır. Duygular bütün insanlarla ortak olsa da, bizim yaşadığımız bize özeldir; duygusal yaşantılara verdiğimiz cevaplar bize özgüdür. Buradaki mesele, doğrudan kullanılan ifadelerin gerçekten yoğun olan tecrübeleri yüzeysel biçimde ele aldığı gerçeğinde düğümlenir. Yanlış değildirler; yine de dilin bütün imkânlarıyla onları kırmak isteriz. Anlattığımız duygu, bizi kucağında o âna taşır; kaldığımız yerden devam eder, ruhumuzdaki izdüşümünü kendimize ait bir üslûpla anlatmaya başlarız. Deneyimimiz giderek yoğunlaştığında kelimelere de sığmamaya başlar. Aslında bu refleksimiz çok da şaşırtıcı değildir. Mevlâna’dan ödünçlersek duyguların harflerden de taşacağını biliriz:
Şu şiiri al da eski bir şiir gibi yırt gitsin
Mânâlar, zaten harfe, havaya sığmıyor. [2]
Hemen hemen her zaman diliminde; insanın yere göğe sığamayışını, katmanlı yapısını ima eden düşüncelerin, eserlerin olduğunu biliyoruz. Marcel Proust da aynı paralellikte insanın kendi dilini yaratmak zorunda olduğunu söyler. Çünkü “klişelerin anlatamadığı farklı boyutlara sahibiz.” Kullandığımız dilde kişiliğimizin parmak izlerini bırakmaya muhtaç oluşumuzu da bu bağlamda ele alabiliriz. [3]
Klişeleri kırıp yoğun tecrübeleri anlatacak bir dili oluştururken sadece kendi yaşantılarımızı kullanmayız, içimizdeki yoğunluğu aynalayabilecek farklı kaynaklardan beslenmeye de ihtiyaç duyarız. Bizden önceki tecrübelerin tabiri caizse damıtıldığı bir mecra olarak sanatın iç dünyamıza tesirli şekilde katılabilmesi bundandır. İnsana dair özleri tıpkı psikolojideki gibi dil malzemesiyle yoğuran edebiyat, diğer sanatlardan bu yönüyle ayrı tutulabilir.
Freud’un nereye vardıysa kendisinden evvel oraya bir şairin uğramış olduğu tespiti meşhurdur. Psikanalist Rene Roussilon, bilim adamının bir şairin karşısındaki konumunu şöyle canlandırıyor: “Kanatlı şairin kelimelerle, bir imgeyle veya şiirsel bir metaforla hiç çaba sarf etmeden, bir kanat çırpışıyla eriştiği şeyi, metodun hantallığıyla parçalarına ayırmak zorunda kalan bilim adamı.” Burada asıl mesele; duyguların söze/sembole döküldüğünde kelebek etkisini nasıl başlatabildiğidir. İngilizcede duygu anlamında kullanılan emotion kelimesinin içindeki motion, hareket, eylem anlamına gelir. En basit hâliyle söylersek duygular bizi içinde yaşadığımız durumdan çıkarıp bize hareket yönelimi sağlayan ana kaynaklardır. [4] Bununla birlikte duyguların bir kısmı örtük olarak varlık gösterir; tam da burada duyguları kelimelerle sembolize edebilme kapasitemiz devreye girer. Bu yönelimi sağlayabilmek için ilk olarak onları anlamlandırmamız gerekir. Yani akıl ve kalbin birleştiği noktaya doğru hareket etmeye başlarız. [5] O zaman kalbimizden geçenleri anlamlandırıp nasıl hareket etmek istediğimize dair sağlıklı kararlar alabiliriz ancak, hiç kolay bir süreç değildir.
Zorlu duyguların içerisinde kalıp gönüllülükle onlara temas etmeye çalışırken yine sanatın ve edebiyatın bizi söz konusu yaşantıya açan tarafı imdadımıza koşabilir. “Mutluluk beden için iyidir ama zihnin gücünü arttıran şey kederdir.” diyen Marcel Proust, mutlu olduğumuzda “yapmaktan kaçındığımız zihinsel jimnastiği” bize kederin yaptırdığından bahseder. [6] Proust, metinlerinde bize bunu doğrudan söylemeden etkileyici bir şekilde gösterir. Kendisinin yazarlık serüvenine baktığımızda ona ilham verenin hayatı boyunca yaşadığı çeşitli duyguların aktarımına imkân veren duygu hafızası olduğunu görürüz. Zira “Kederler düşüncelere dönüştükleri anda bize acı çektirme gücünü yitirirler.” [7]
Nilgün Tutal, edebiyatın sağaltıcı özelliklerine değindiği bir yazısında kelimenin etimolojisinden hareket eder. Kelimenin (kelm) yaralamak ve etkilemek anlamlarından türediğini hatırlatarak “yaralandığımız deneyimlerin bize yaralanmış bir söz olarak geri dönebileceğini ama söz dönüşünde iyileşmenin de mümkün olduğunu” not eder. Buradan hareketle yazının da bir farmakon gibi zehir ve panzehiri aynı anda taşıdığını söyler. [8]
Bütün bu süreçleri ele aldığımızda aslında duyguları sözcüklere dökerek ifade etmenin, onlarla yola devam edebilmenin peşine düştüğümüzde yolumuzun edebiyata çıkması bizi çok da şaşırtmıyor aslında; çünkü okurken edindiğimiz tecrübe sadece elimizdeki iki kapak arasındaki sayfaları okumaktan ibaret değildir. Okuduğumuzu anlama süreci esnasında karakterimizi de bedenimizi de en basit tabirle oradaki duygu ve düşüncelerden oluşan kurmaca/anlatıya ödünç veriyoruz. Böylece hem kendi deneyimlerimizi anlamlandırıyor hem de daha önce bilmediğimiz yaşantılara kendimizi açma ihtimalini başlatıyoruz. Aynı zamanda, kendimize özgü bir yazı üslûbu oluştururken de duygu heybemizi doldurduğumuz anlamına gelir bu. Karşılaştığımız eserin içinde de bir varlık alanına kavuşuyoruz. Kendi hakikatimizi fısıldama imkânı buluyoruz. Tıpkı Wong Kar Wai’nin yönettiği Aşk Zamanı filminde ağaç kovuğuna fısıldayan karakterle birlikte “içsel hakikati kendi derunlarında saklamak yerine anlatıp rahatlatlamalarına”benzer bir katharsis içerisinde ruhumuzu kurtarmayı deniyoruz her seferinde. [9]
Ayşe Kübra Bilgin
[1] “Dixi et salvavi animam meam”
[2] Mahmut Erol Kılıç, Sufi ve Şiir, İstanbul: Sufi Kitap, 2017, s. 70.
[3] Alain de Button, Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir, çev. Banu Tellioğlu, İstanbul: Sel Yayınları, 2020, s. 100.
[4] Leslie Greeenberg, Duygu Odaklı Terapi, ed. Seher Balcı Çelik, Ankara: Nobel Yayınları, 2018, s. 25.
[5] Greeenberg, Duygu Odaklı Terapi, s. 37.
[6] Alain de Button, Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir, s. 73.
[7] Button, Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir, s. 77.
[8] Nilgün Tutal, “Biz Birbirimize Aşıktık”, Varlık Dergisi: “Edebiyat İyileştirir mi?”, sayı 1351, Nisan 2020, s. 9.
[9] Ahmet Sarı, Edebiyatın İyileştirici Gücü, İstanbul: Ketebe Yayınları, 2018, s. 84.