On yedinci yüzyılda Nevizâde Ataî kelimelerin, ölüleri bile diriltebilen âb-ı hayat olduğundan bahseder. [1] Buradan kelimelere, yitirdiğimiz kişilerle aramızda köprüler kurabilecek ölçüde güç atfettiğini anlıyoruz. Sadece Nevizâde Ataî’nin sözlerinde değil, temsilcisi olduğu gelenekte de benzer söylemlere rastlarız. Nitekim söz konusu gelenek, kelimelerin ihya ediciliğini “mümkün” karşılardı, şaşırtıcı değil.
Kelimelerin değil de “verilerin büyüsüne” kapıldığımız zamanlara şahitlik eden Alberto Manguel’in “biyoloji ne derse desin, kalem ve kâğıttan türeme hayaletlerin çocukları” olduğumuzdan bahsetmesi, üstelik kurmaca karakterlerin dostlarımızdan daha kanlı canlı göründüğünü eklemesi de dikkate değer. [2] Farklı coğrafyalara sahip, aralarında yüzyıllar olan bu iki yazarın ifadeleri bizi “insan”a mahsus özelliklerden ikisiyle buluşturabilir aslında: “dil olarak simgeler kullanabilmesi” ve “zamana-bağlı” oluşu. [3]
Dili simgesel olarak kullanabilmekten kast edilen, “nesnelerin kendi gerçekliğinden çıkarılması” yoluyla nesneleri kelimerle isimlendirmemiz (örneğin masa kelimesi). Kendi aramızda zikrettiğimiz bu iki hecenin (masa) bütün nesneler sınıfı için de geçerli olduğunu biliriz. Böylece diğer insanlarla aramızda bir fikir birliği sağlanmış olur; bu sadece somut nesneler için değil, soyut kavramlar için de geçerlidir. [4] Kelimelere yüklediğimiz anlamlarla ortak paydada buluşmak, fikir ve duygu aktarımı için bize zemin sunar.
Rollo May, bahsedeceğimiz ikinci özellik olan zaman tutmayı Nevizade’nin âb-ı hayatı ile aynı paralellikte okumaya imkân verecek şekilde “basit ama mucizevi” sıfatları ile tanımlar. İnsana mahsus olan bu özelliği, yaşadığı zaman diliminden, geçmişe yahut geleceğe temas edebilmesi olarak kısaca özetleyebiliriz. Yani yüzyıllar önce yaşananları bugüne taşıyabilmesi ve “geleceği planlamak için geçmişle birlikte şimdiki zamanı kullanabilmesi”ni ifade ediyor. Bu iki yeti de insanın hem nesne hem özne olabilmesine işaret eder. Yeri geldiğinde olayları değerlendirirken aktif rol oynayabildiğimiz gibi, bazı olaylar karşısında da pasif kalabilme özelliğine sahip olduğumuzu hatırlayalım. Böylece hem hikâyeyi kurma hem de hikâyenin içerisinde yer almayı tecrübe edebiliriz.
Hem nesne hem özne olma ikilemi “dünyaya dair farkındalığımız” ile ilintilidir. Bu da, insanın kendisine dışarıdan bakabilme yetisinin, yani eyleme geçmek için fitili ateşleyebilme özelliğinin ta kendisidir. Böylesi bir potansiyel, insanı “hem zincirli hem özgür hem sınırlı hem de sınırsız” kıldığından kaygı nedenleri arasında da yer alır. [5] Bu noktada zaman ile olan ilişkimizi nasıl yapılandırmamız gerektiği sorusu ortaya çıkıyor.
İçinde bulunduğumuz zamanı aşarak geçmiş veya gelecek ile kurduğumuz ilişki, zamana atfettiğimiz anlam ile paraleldir. “Geçmiş, şimdiki zamanı aydınlatabildiği, gelecekse onu zengin ve yoğun kılabildiği müddetçe vardır.” [6] Ölüleri diriltmek için kelimelere müracaat edildiğine göre, bu durum söz konusu eylemin gerçekleştiği zaman dilimi için işlevsel olmalı. O hâlde kelimelerin ölüleri diriltip diriltmediğini değil, kelimelerin niçin ölüleri diriltmek için kullanıldığını düşünelim. Nevizâde için bunun çok farklı nedenleri olduğunu biliyoruz. [7] Her hafıza sahibinin vereceği cevap da birbirinden farklı olacaktır. Şurası bir gerçek ki cevapların büyük kısmı yaratıcı eylemin kendisiyle bağlantılıdır:
“Her yaratıcı eylemin sonsuzluğa uzanan bir yanı vardır. Bunun nedeni yaratıcı eylemin temel özelliklerinden birinin nicel zamanın sınırlamasına tabi olmamasıdır. En derine indiğimizde hangi çağda yaşadığımızın önemi yoktur.” [8]
Velhasıl, zamanı mevcudiyetimize göre, bir şekilde eğip bükme ihtiyacı duyuyoruz. İçinde bulunduğumuz şartları donuk video kayıtları gibi hafızamıza nakşetmiyoruz; bizdeki izdüşümü neyse o hâliyle zihnimizin kıvrımlarında dolaşıyor diyebiliriz. Dili de yaşadığımız bu deneyimi ifade etmek için şekillendiriyoruz. Benzer deneyimlerden geçmiş birisinin kelimeleri, zaman fark etmeksizin içinde yaşadığımız ânın (şimdiki zamanın) sözcüsü olabiliyor. Bu açıdan kelimelerin ölüleri dirilten bir ölümsüzlük suyu olduğuna da, kurmaca karakterlerin gerçek insanlardan daha kanlı canlı göründüğüne de itirazımız yok. Görünenden hareket ederek görünmeyeni ortaya çıkarırken dili kullanmaları yönüyle edebiyat ve psikoloji bu kavşakta birleşir. Her ikisi de yaratıcı süreçle çalıştığından nicel zamanın dışındadırlar. Bu yazının düğümü tam da bu noktada atılmış oluyor. İnsan hâllerini ele alan bu iki disiplin, kadim olanla (geçmişle) nerede ve nasıl birleşebilirler? İnsana mahsus özellikler etrafında pek çok ortaklık bulunsa da içinde doğduğumuz toplumun/kültürün/aidiyetlerin sızdığı bilinçdışını nerede konumlandırmalıyız? Örneğin kadim bilgeliğin söylemleri bizde hangi kelimeyle, motifle, kahramanla ete kemiğe bürünürler? Bu türden soruların açacağı mecra, alternatif hikâyelerin oluşmasına ve oluşum süreçlerinin anlaşılmasına imkân sağlayacaktır.
Süleyman Çobanoğlu’ndan ödünçlersek “kendi yörüklüğünün peşinde” olan insanın yanıtlaması gereken daha pek çok soru varmış gibi geliyor bana. Zamanı aşarak kendilerine soru sorma imkânımız “bedenen” bulunmasa da “kelimeleri aracılığı ile” bazı yazarları diriltme şansımız var. Meselâ Alain de Button’un Proust Hayatınızı Nasıl Değiştirebilir adlı kitabı insanın “değişmez” hâllerine ve açmazlarına cevap vermesi için Marcel Proust’u çağırıyor. [9] Nossrat Peseschkian, psikoterapi odasına Hafız, Sadi ve Mevlâna’yı davet ettiğini detaylıca anlatıyor. Peseschkian, “Bilindiği üzere halk hikâyeleri, masallar ve mitoslar psikoloji bir bilim olmadan çok önce sağaltım aracı idi.” diyor. Bu hikâyelerin günümüz koşullarına göre -bağlamına uygun olmak kaydıyla- ele alınmasının oldukça yardımcı olacağını örnekler üzerinden uzun uzun anlatıyor. [10] Buradan hareketle Dede Korkut hayatımızı nasıl değiştirebilir diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
İçinde yaşadığımız zaman dilimini göz önüne alırsak yüzleşmemiz gereken çok fazla eser var. Peki, bizim seçme şansımız olsaydı hangi metinlerin kelimeleriyle büyümüş olmayı isterdik? Zamanın yerinde durmayıp aktığı ve tercih şansımız bulunmadan bugünlere geldiğimiz gerçeğini somut bir şekilde değiştiremeyiz. Ama doğru zaman ve zeminde kelimelerin ihya ediciliği ile buluşabilirsek geçmişi kendimizin kılabilir, hangi çağda olduğu fark etmeksizin onunla iletişim içinde kalabiliriz.
Ayşe Kübra Bilgin
[1] Aslı Niyazioğlu, 17. Yüzyıl İstanbul’unda Rüyalar ve Hayatlar, çev. Ayşen Anadol, İstanbul: Doğan Kitap, 2020, s. 19.
[2] Alberto Manguel, Efsanevi Varlıklar, çev. Lale Akalın, İstanbul: YKY, 2020, s. 9.
[3] Bu kavramları Rollo May’den aynen alıntıladım. Rollo May, Kafese Konan Adam, çev. Aysun Babacan, İstanbul: Okuyan Us Yayınları, 2018.
[4] Rollo May, Kafese Konan Adam, s. 271.
[5] Rollo May, Kaygının Anlamı, çev. Aysun Babacan, İstanbul: Okuyan Us Yayınları, 2020, s. 41.
[6] Tarih disiplini bağlamında ele almadığımızı söylemek gerekir. İnsanın hafızasındaki geçmiş ve gelecek mefhumlarını kast ediyoruz. Rollo May, Kendini Arayan İnsan, çev. Kerem Işık, İstanbul: Okuyan Us Yayınları, İstanbul, 2018, s. 254.
[7] Detaylı bilgi için bkz. Aslı Niyazioğlu, 17. Yüzyıl İstanbul’unda Rüyalar ve Hayatlar.
[8] Rollo May, Kendini Arayan İnsan, s. 360.
[9] Alain de Button, Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir, çev. Banu Tellioğlu, İstanbul: Sel Yayınları, 2020.
[10] Nossrat Peseschkian, Doğu Hikâyeleriyle Psikoterapi, çev. Hürol Fışıloğlu, İstanbul: Beyaz Yayınları, 2019.