Oyuncak Hikayesi 1 filminde Buzz Işıkyılı (Buzz Lightyear) televizyonda kendi reklamını gördükten sonra kendi imgesi karşısında şok geçirerek büyük bir üzüntüye gark olur. Çünkü evet, reklam onun bütün doğa üstü, teknolojik, uçan kaçan özelliklerini öve öve bitiremese de, o zamana kadar kendini biricik, “unique” zanneden karakter, aslında öyle olmadığını dehşetle fark eder. Zira seri üretime bir Türkçe pop şarkısı ile ağıt okuyacak olsaydık o şarkı Rober Hatemo’nun 1990’lardan şu bildiğimiz nakarata sahip olurdu: “Ooo senden çok var!”
Ama karakterimizin çok üzülmesine gerek olmadığını bugün, pandemi nedeni ile sınırlı müşteriyi içeri aldığından, önünde sıralar oluşan Apple store’un durumuna bakınca görebiliriz. Ancak büyük resimde tabii ki biz tüketicileri Buzz gibi üzmese de düşündürecek bir garabetin içinde olduğumuz da doğru. Bu üst seviyede arzu edilen kişisel bir prestij nesnesinin milyonlarınkiyle aynı olması durumunun garabeti, ya da ironisi, ya da paradoksu. Tüketim kültürü içinde özgün olma motivasyonu, Benjamin’in “Mekanik yeniden üretim çağında sanat” isimli makalesinde masaya yatırdığı haliyle hâlâ tartışmalı.
Hepimiz aynı markaların aynı ürünlerine sahip olduğumuz halde kendimizi hâlâ özel hissetmeyi başarıyoruz. Bunu yaparken “çakma” olanı, işportayı, ucuzu, sezonu ve modeli geçmiş olanı lanetlemeyi de ihmal etmiyoruz.
20 yıl öncesine göre değişenler var tabii. Kendi ayakkabımı ya da otomobilimi kendim yapabileceğimi ya da tasarlayabileceğimi söyleyen meşhur markalar, belli seçenekler içinden renk ve desenleri bana seçtirtip bende ürünümü kendim “tasarladığım” ya da “kişiselleştirdiğim” vehmini uyandırıyor. Bir süre önce İstanbul’da vapurların halk tarafından “çoktan seçmeli” olarak oylanması da bundan çok farklı değildi.
Farklı olmanın ideolojisi üzerinden düşünürken bir yandan da zanaat nesnelerinde bu durum nasıl diye sorgulanabilir. Sepet üreten yerel bir esnaf ya da usta her sepeti birbirine benzer yapmaya çalışırken diğer yandan da sepetlerin aralarında işçilikten, malzemeden, bazen de ölçülemez başka sebeplerden farklar oluşur. Seramik tezgâhında dönerek şekillendirilen aynı model testiler büyüklük ve biçim olarak benzeseler de üzerlerindeki şans eseri oluşan dokular, pütürler, sapın gövde ile birleşme açısı gibi detaylarda farklılaşıp biricik olmanın sesini fısıldarlar.
Ancak şunu da söylemek gerekir ki modern dönem içinde geleneksel yapıp etmelerin, üretmelerin modeli olarak zanaat bağlamında bu durum bir hata ve problem olmaktan ziyade imza bir ürüne sahip olmanın işareti olarak daha değerli ya da ürünün değerini artıran bir hale geldi. Aslında otantik zanaat kültürü, ustanın imzasını “yıldız tasarımcı” fikrinden uzak bir biçimde yüceltmeyip gizlese de.
Bu fark ve benzerlik dinamiği bir ağaçtan belli bir hasatta toplanan şeftalilerin fark ve benzerlik oranı gibi değerlendirilebilir. Bir narın içindeki tanelerin aralarındaki gerilimli ama duyarlı uyum gibi. Yapraklar, çiçekler, fark skalasını artırırsak taşlar, dallar, kedilerin desenleri…
Yaratmak ya da üretmek, ölçülemez bir ânın mahsullerini her dem ortaya çıkarırken o demin fark ve benzerliklerini de böyle bir devamlı değişim yolu ile önümüze seriyor. “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası” diyen Yunus’a selam durarak.
Seri üretim ise zamana yayarak adına moda dediğimiz diktatörün direktifleri ile bu büyüleyici değişim ve dönüşüm fikrini taklit etmeye çalışıyor. Buzz Işıkyılı gibi kendi kendinin kopyası olmaktan hem kaçmak hem de tüketicilerini kaçırmak için dışarıdan icat edilmiş sezonluk yeniliklerle. Yeni sürümün eski sürümün seri katili olduğu bir kan davası da denilebilir buna.
Hümanur Bağlı