Hayatı dolu dolu yaşamak gerektiği sloganına bir kez olsun kendisini kaptırmamış biri var mıdır aramızda? Az zamanda çok şey halledip eksikleri kapatmanın uçarı telâşına kapılırız zaman zaman… Çalışma saatleriyle sınırlandırılan hayatımızın bize kalan küçücük kısmını yapılacaklar listesiyle genişletmeye çalışırız meselâ. Sözü geçen sloganik hayat; dışarıdan bakınca kayda değer vaatler içerdiğini düşündürse de, yaşanacak her dakikanın dev ajandalar arasında dönüp durduğu distopik bir kaosa gebe hâlbuki. Üstüne üstlük bu anlatı; dolduramadığı hayatın içerisinde sıkışan insanların hissettiği yetersizlik ve suçluluk duyguları ile örülüyor. Sayılı nefesleri “değerlendirdiğini” zannederken boşa harcadığını bilmeyen baş karakterleri içeriyor. Böyle bir deney düzeneğini hayal edelim. “Optimal” şartlara uymayanlar bu deneye nasıl dahil olurdu?
Ruhu mazide kalmış bir Kızılderili gibi hissedenlerden, uyumsuzlardan, hayatı tıka basa doldururken canı sıkılanlardan bahsediyorum. Herkes bir aksiyonun peşindeyken durmak, gidişata direnmek cinsinden fikirler, ütopik bir düzene ya da romantik dönemlere aitmiş gibi görünebilir. Alıştığımız hikâyenin dışına çıkıp farklı ihtimaller üzerinde kafa yormak kulağa anlamsız geliyorsa can sıkıntısıyla aramıza mesafe koymuşuzdur. Her ne kadar yok saysak da; sıkışmışlık, eylemsizlik ve ilgisizlikten doğan, can sıkıntısı denilen bir duygumuz var. Bu duygu, hızlıca def etmeye çalıştığımız hâlini modern zamanlarda almış; bugünkü anlamıyla can sıkıntısı, insanların zaman ile ilişkilerini değiştirmesiyle, ilk defa 1853’te ortaya çıkmış. Sürecin temelleri de endüstri toplumuna yapılan geçişle bir günün parçalara ayrılmasına, dolayısıyla boş vakitlerin ortaya çıkmasına dayanıyor. [1] Oysa birazcık tatminsiz ve ilgisiz hissetmek sadece ortadan kaldırılması gereken bir duygu değildir, diyor Tiffany Watt Smith. Yaratıcı pek çok insan, çocukluklarının sıkıcı geçtiğini aktarıyorlar. Üstelik Ralph Linton’a göre kültürel gelişim, toplumsal ya da doğal ihtiyaçlara değil, “sıkılma kapasitemize” bağlıdır. [2]
Meseleye biraz uzaktan bakarsak can sıkıntısına ve kendimiz için gerekli boşluklara müsaade etmediğimiz hayat simülasyonu, elimize tutuşturulan ve kaçınılmaz biçimde azalıp tükenen bir tür tılsım gibi görünüyor. Balzac’ın Tılsımlı Deri’sinde Raphael, gündüz vakti intihar etmek ona çok sıradan geldiğinden, intihar için kendince daha uygun bir vakit olan gece yarısını beklerken bir antikacı dükkânına girer. Doğu ülkelerinden getirilmiş bir deri parçası kendisine sunulur. Üzerinde tılsımlı yazılar kazınmış bu deriyi elinde tutmanın tek şartı, bu nesnenin kişinin kaderi üzerinde söz sahibi olacağını kabul etmektir. Gerçekleşen her bir isteğin karşılığında yaşamından bir kısım silinecek, deri tükendiğinde, onun da yaşamı nihayetlenecektir. İntihar etme kararını çoktan vermiş Raphael, tereddütlerine rağmen deriyi alır. Kehanetler birer birer gerçekleşmeye başlar, yerine getirilen her arzuyla deri de giderek küçülmektedir. Raphael en sonunda büyük bir korku ve paniğe kapılıp inzivaya çekilme ihtiyacı hisseder. Bu inzivada her şeyi yapabiliyorken hiçbir şeyi istememeyi deneyimler. Kaderin cilvesi bu ya, onda yaşama isteğini yeniden canlandıran bir kadınla yolları kesiştiğinde elinde küçücük bir deri parçası kalmıştır. Kadına derin hisler duymasına rağmen deri parçasının (dolayısıyla ömrünün) bitmesinden korkarak arzularını dile getiremez. Sevdiği kadın ise bunları duymak istiyordur. Raphael, büyük bir açmazın içerisine düşer. En sonunda dayanamayıp onu sevdiğini söyler ama bu hikâyede tılsımı geri almanın bir yolu yoktur…
Biz faniler için doğaüstü güçleri bulunan tılsımlı bir nesneye sahip olmak, anlaşılır bir istek. Bu türden hayaller, bir şeyleri gerçekleştirmek için emek sarf etmemiz gereken dünyadan zaman zaman kaçışı içerse de, hayal gücünün hayatı katlanabilir kıldığını kim inkâr edebilir? Can sıkıntısı ve onun beraberinde getirdiği boşluk ve eylemsizlik isteği de kaçılacak değil, sahip çıkılacak yanlarımız aslında. Yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu, bunları değiştirmek istediğimizi, zaman zaman da geri çekilmeye ihtiyaç duyduğumuzu bize haber veren bir uyarıcıya kulak vermek lâzım. Dolu dolu yaşama düşüncesini bir deney düzeneğine çeviren, ne elimizdeki tılsımlı bir nesne ne de can sıkıntısının kendisi. Mesele boşluk ve belirsizlik içerisinde kalmakta zorlandığımızı kabul etmeyerek aşırılığa kaçtığımızda ortaya çıkıyor. Bir başka deyişle, ikisi arasında salınacak boşlukları tıka basa doldurduğumuzda kendimize de yer bırakmamış oluyoruz. Durmaksızın çalışma ve mesai saatleri dışında ise sürekli kendimizi geliştirmeye çabalamanın hayatlarımızı daha da güzelleştirdiği avuntusuyla kendimiz kandırıyoruz. Her gün diğerinden daha “yoğun” olduğumuzda hayal ettiğimiz mükemmel hayata yaklaştığımızı varsayıyoruz.
Geldiğimiz noktada alışageldiğimiz kalıpları kullanırken alternatif üretme gibi bir kaygının içerisine girmiyoruz. Can sıkıntısını kovmak giderek başka sorunların üzerini örtmeye yarıyor. Tılsımlı Deri’den ödünçleyerek dersek: “İnsanoğlu mükemmelleştirdiğini sanırken, sorunların yerini değiştirmekten başka bir şey yapmıyor.” [3] Bu denli yoğun meşguliyet; içinde yaşadığımız sorunlu ve eksik dünyadan, alacağımız sorumluluklardan, zorlandığımız adımlardan bizi uzaklaştırdığı için durmaksızın kendimizi içinde bulduğumuz bir labirente dönüşüyor.
Hikâye anlatıcısı Judith Malika Liberman da; kırk dakika içinde yeni bir işin kurulduğu, birinin boşanırken diğerinin âşık olduğu dizileri art arda izlediği bir dönemde içinde yaşadığı hayatı “ağır çekimde” hissettiğini söylüyor. Bu süreçte hiç sıkılmadığını, dolayısıyla harekete geçmenin de içinden gelmediğini fark ederek bu simülasyondan çıkmaya karar veriyor. Kolay erişilebilir kurgulara kapılarak hayattaki olayların, dizi hızında akmasını bekler hâle gelenleri hayatın kendisine davet eden şu cümleyi kuruyor: “Hayat yavaş, yine de yüksek reytingi hak ediyor.”
Bir şekilde tılsımlamaya çalıştığımız, tıka basa doldurunca can sıkıntısının kaybolacağını var saydığımız kısımlar bizim için pusula olabilir mi? İbrenin hiç şaşmadan arzularımıza, derinlerde bizi beklediği hâlde yüzleşemediğimiz korkularımıza döndüğü bir pusula. Can sıkıntımızı bizimle her sefere çıkmış, çok uzun zamandır yanımızda taşıdığımız hâlde cebimizde unuttuğumuz bize ait bir parçamız olarak göremez miyiz? Bakış açısında böyle bir değişim, insani ihtiyaçlarımızı da görmezden gelmeden dengeyi kurmamıza yardımcı olabilir.
Yazıyı bitirirken elinize tılsımlı bir deri bırakmayacağım; çünkü “yavaş ama yüksek reytingi hak eden” hayatlarımız; imtihanları, bedel ödemeyi, zorlanmayı da beraberinde getiriyor. Her sahneyi doldurmamız gerekmiyor ve de “soğuk, bağsız ve donuk karelerin” bir araya gelmesinden de ibaret değil neyse ki.
İçinde bolca can sıkıntısı, zaman zaman dış dünyaya karşı ilgisizlik ve yetersizlikler, açığa çıkarılmamış potansiyeller, yeni ihtimaller barındıran bireysel hikâyelerimiz için bizim aradığımız, Raphael’inse kaybettiği tılsım; yalnızca olağan hâliyle yaşayabilmektir belki de. Kim bilir…
Ayşe Kübra Bilgin
[1] Tiffany Watt Smith, Duygular Sözlüğü, çev. Hale Şirin, İstanbul: Kolektif Kitap, 2020, s. 59.
[2] Tiffany Watt Smith, Duygular Sözlüğü, s. 61.
[3] Honore De Balzac, Tılsımlı Deri, çev. Volkan Yalçıntoklu, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019, s. 52.