“Neden bu kadar etkilendin?” diye sordum kendime. Bugüne kadar pek çok ülke ve pek çok halk gördüğün hâlde, neden hepsi bir anda gözünden düştü de, Kozhikode’de gördüğün insanlar gönlünde derin bir yer edindi? Oysa bu yolculuğa çıkmadan önce, Hindistan’a gidip dönmüş olanlardan duyduklarım hiç de iç açıcı şeyler değildi. Fakirlik, burnu sızlatan kokular, temizlikten uzak mekânlar ve insanlardan bahsediliyor, eğer bu ülkeye gidilecekse önceden tedbir alınması gerektiği söyleniyordu. Güneydeki Kerala Eyaleti’nde düzenlenen edebiyat festivaline davet aldığımda, doğal olarak Hindistan hakkında anlatılanlar şimdi beni de ilgilendiren bir mesele hâline gelmişti. Yanıma temizlik malzemesi ve bozulmayan yiyeceklerden almalı mıydım? Bir organizasyon söz konusu olduğunu göre, katılacağımız yemeklerde ne yapacaktım? Bir yandan endişeleniyor, öte yandan merak ediyordum. Çin’i görmüş ve hayâl kırıklığına uğramıştım, Pakistan’da da öyle. Hindistan’ın belleğimdeki imgesi bu iki ülkeye nazaran daha çok kaynaktan beslenmişti; esrarlıydı ve bu imgenin gerçek tarafından çölleştirilmesini hiç istemiyordum. Tanpınar’ın Paris’te Paris’ini kaybetmesi gibi ben de Kelile Dimne’lerimdeki, Buda anlatılarındaki Hindistan’ımı kaybedebilirdim. Doğrusu öyle de görünüyordu…
Yolculuk, yoldan evvel başlar. Gideceğimiz ülkelerin, onları henüz görmeden önce okuduklarımızdan, izlediklerimizden ve duyduklarımızdan hareketle çizilmiş bir resmi, hayâli bir görüntüsü vardır. Folklorumuza yerleşen birkaç deyimi saymazsak Hindistan bana kapılarını ilkin on sekiz yaşımda okuduğum, Krişnamurti’nin İç Özgürlük kitabıyla açtı. Erken yaşta etkilendiğim kitaplardan biriydi, “Kendini bulmak için bütün tanrıları reddet.” telkinini hiçbir zaman aklımdan çıkarmadım. Sonra Tagore ile tanıştım. Sevdiğim kadınlardan birinin gönlüne onun dizeleriyle girmeye çalışmıştım: “Rüzgârsan kapı açık/ Sensen neden çalıyorsun?” Felsefenin ve dinlerin sahasına girince Buda’nın çarpıcı hayatı karşılıyordu insanı, onun ormanları, derin ıssızlığı, bütün hazlardan kurtularak vardığı yüce özgürlük. Bulabildiğim çevirilerden Vedalar’ı okumuş, Gandi’nin “Tuz Yürüyüşü”nü heybetli bir resim şeklinde defalarca hayâl etmeye çalışmıştım. Ve bu yolculuğa çıkmadan birkaç ay önce Babürname’yi bitirmiş olmam sadece güzel bir tesadüf değil, önden verilmiş bir yol hediyesi gibiydi.
Bir de içinde doğup büyüdüğüm kültürün, tarih kayıtlarının, yazılı edebiyatın bir Hindistan’ı vardı tabii: Haydarâbâd Nizamı’nın oğluyla evlenerek hiç aşinası olmadığı bir iklime gelin giden Dürrüşehvar Sultan ve Kutvâre Nevvabı Seyyid Hüseyin’le evlendirilen talihsiz Selma Sultan’ın hikâyeleri meselâ, Osmanlı soy kütüğüne merak duyanları hüzünlendirecek cinstendir. Hint Müslümanlarının Kurtuluş Savaşı’na destek için topladıkları para da her birimizin kalbinde yer etmiştir. Hindistan’la Pakistan’ın ayrılmasının ardından, Pakistan’a büyükelçi olarak gönderilen Yahya Kemâl’in Cinnah’a güven mektubunu verirken çekilmiş resmi, bende, rahatına düşkün şairin çilelerinden biri intibaını bırakmıştır. Halide Edip de Hindistan’a davet edilmiş, orada bir süre kalmış ve bu ülke hakkında yazılar kaleme almıştı. Nazım Hikmet’in Benerci Kendini Niçin Öldürdü? kitabının kahramanı Benerci, ülkesinin bağımsızlığı için mücadele eden Hintli bir devrimcidir. Dilimize pelesenk ettiğimiz “Om Mani Padme Hum”, Asaf Halet Çelebi’nin Hint düşüncesinden şiirimize üflediği başka türden bir nefestir. Cemil Meriç’in Hint medeniyetine dair yazdıkları da kültürümüzün bu uygarlığa açılan pencerelerinden oldu.
Uçakta, yapacağım konuşmada da bahsederim niyetiyle Hint’e dair bildiklerimi kafamda bir kez daha bir düzene koymayı ihmâl etmedim. Geriye merak kalmıştı. Gerçek Hindistan’la tanışacaktım. Hindistan’ın güneyinde şimdilerde Komünist Parti tarafından yönetilen Kerala Eyaleti’nin başkenti Kozhikode’de karşılandığımız andan uğurlandığımız âna kadar bizi mahcup eden bir misafirperverlikle ağırlandık. Sahilde, festival için kurulan irili ufaklı yedi seyyar salonda dört gün boyunca yüzlerce konuşmacı ve edebiyatsever bir araya geldi. Bu dört gün boyunca salonlarının neredeyse tamamının dolu olması inanılır gibi değildi. Tavırlarında hiçbir şımarıklık emaresi taşımayan, ulusal/dinsel kıyafetleri içinde yaşamaktan hiçbir kompleks duymayan, yüzlerinde hâlâ eski dünyanın insan izlerini koruyan binlerce insan bu salonlarda oturuyor ve sessizce konuşmacıları dinliyorlardı. Bana öyle geldi ki geldiğimiz yerde yüksek olan binalar değil insanlardı. Onları anlatmak çok daha uzun bir yazının konusu belki. Ama tereddütlüyüm. Belki de sadece belleğimde yaşatmam gerekiyor…
Kozhikode’den bakınca Türkiye herkesin şımarıklığını sergilediği bir karnaval ülkeye dönüştü gözümde. Böyle mi gerçekten yoksa sade bir halkla karşılaşmanın tesiriyle yapılmış aşırı bir yorum mu bu? Her hâlükârda hakikat payı yüksek.
Ali Ayçil
İki not:
*Kerala Edebiyat Festivali’ne Türkiye’den bir gurup yazar ve Kültür Bakanlığı’ndan yetkililerle birlikte katıldık. (Yazar ve akademisyenler: Gülşah Yemen, Fatih Usluer, Cemil Kutlutürk; Kültür Bakanlığı mensupları: Nizar Kara, Şule Yıldız Aygün ve Ramazan Sıkı) Türkiye’nin festivale “onur konuğu ülke” olarak çağrılmasında Yeni Delhi büyükelçimiz yazar Fırat Sunel’in önemli bir rolü oldu. Büyükelçi, büyükelçilik görevlisi Beril Bahadır ve bakanlık mensupları Hindistan’da geçirdiğimiz günler boyunca bizi yalnız bırakmadılar.
**Yazıdaki birkaç cümlelik izlenim Hindistan’ın güneyindeki Kerala Eyaleti’nden hareketle yazıldı. Hindistan çok büyük bir ülke ve çok farklı bölgeleri var.
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.